"Biz iki bacaklı rahimleriz, hepsi bu."
The Handmaid's Tale, Bruce Miller tarafından, Margaret Atwood'un aynı isimli romanından uyarlanan bir distopya-drama dizisi. 26 Nisan 2017 tarihinde dizi ilk kez yayınlanıyor.
Yayınlandığı bu dönemde toplam 8 dalda ödül alarak 69. Emmy Ödülleri'ne adını altın harflerle yazdırmayı başarıyor.
Ürkütücü bir distopya…
Dizi, her ne kadar distopik bir gelecek kurgusunu anlatsa da, bugün dünyada bir yerlerde burada anlatılan kadınların hayatını yaşayan, hatta hiç bahsedilmeyen kadınların gerçekte de var olduğunu bilerek izliyorsunuz. Ve bu gerçekten çok ürkütücü. Bu kadınlar için de dünya bir distopya gibi.
"Bir fare de istediği yere gitmekte özgürdür, labirentin içinde kaldığı sürece."
Çocukların doğmadığı, doğum oranlarının neredeyse sıfırı bulduğu bir ülke düşünün. Ve Tanrının insanları cezalandırdığını düşünen (sözde) dindar bir erkek topluluğunu...
Kimlikleri ellerinden alınmış, sadece zorunlu ihtiyaçlarını karşılamalarına izin verilen, duyguları, düşünceleri, hatta isimleri bile yok olan, doğurganlıkları için tutulan kadınlar. Onlar Martha'lar...
"Bu onların hatası. Ordu olmamızı istemiyorlarsa, bize o üniformayı vermemeliydiler."
Dizinin, uyarlandığı kitap ile tam olarak paralel gitmediğini söylemek isterim. Ama kitabın büyüsünden asla uzaklaşan bir dizi değil. Zaten yapımcılar arasında bizzat yazar Margaret Atwood bulunuyor. Hatta ona eşlik eden de dizinin baş karakteri June Osborne'u canlandıran Elisabeth Moss.
Kitabı okuduğum süre boyunca acaba yazar, böyle bir konuyu nasıl aklına getirip kaleme aldı diye hep merak etmiştim. Çünkü okuduğum diğer distopyalardan çok daha farklıydı bu. Genelde distopyalarda (en basitinden çoğu okurun bildiği 1984 kitabı gibi) karakter anlatılan dünyanın içinde doğmuştur. Sonradan böyle bir dünyada bulmamıştır kendisini. Bu yüzden geçmiş yaşamını özleyip, bu kadar acı çekmez. Ama burada anlatılan durum bunun tam tersi.
June Osborne yani "Offred", dizimizin baş karakteri. Doğurgan olduğu için kendisi bir damızlık. Bir zamanlar özgür olan, istediği gibi giyinen, âşık olduğu adamla evli, mutlu bir ailesi varken, bir sabah kendisini bambaşka bir dünyada bulur. Dizide anlatılan tüm bu olayları onun bakış açısından izliyoruz.
"Hiçbir şey bir anda değişmez. İçinde olduğun kazan yavaş yavaş ısınırken farkında olmadan haşlanarak ölürsün."
Dizi, Gilead denilen baskıcı bir sistemle başlıyor. Zaman zaman da June'un ve diğer karakterlerin de geçmiş hayatlarından kesitler izliyoruz.
Onları bu şekilde tanımaya çalışırken Gilead sisteminin acımasızlıklarını da görüyoruz.
Artık duygusuz bir haldeyiz, neredeyse hissiz…
Dizideki anlatılan sisteme göre yasaklanan herhangi bir davranış hem ahlaksızlık hem de suç olarak görülüyor. Ve hem fiziksel hem psikolojik yaptırımları oluyor. Mesela çalışmaları yasak. Okumaları, âşık olmaları, farklı bir kıyafet giymeleri...
Gruplara ayrılmış olan kadınlar; kahverengi, yeşil ve kırmızı giymek zorundalar. Bunlar onların sınıfını ve görevini belirlemekte. İntihar etmemeleri için bomboş bir odada kalıyorlar, isyan etmemeleri içinse cahil ve çaresiz bırakılıyorlar...
Dizi boyunca depresif bir atmosfere hazır olun. Bu diziyi izlemek hiç kolay değil çünkü.
Dizinin en büyük sıkıntısı da bu. Sahneler ve oyunculuklar o kadar gerçekçi ki bazen dizi olduğunu unutup yakın gelecek için tereddüt edebilirsiniz.
Bir diğer değinmek istediğim nokta dizinin müzikleri...
Özellikle bölüm sonlarında çalan o müzikler, o kadar etkileyici ve dizi ile o kadar bağdaşıyor ki her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş gerçekten.
“Beklediğimiz kurtarıcı, kendimizden başkası değil.”
Dizinin temposu benim için bir an olsun düşmedi. Özellikle ilk sezonların nasıl akıp gittiğini hiç anlamadım. Sinematografisi, oyunculukları, mekanlar, dizide o kadar iyi işlenmiş ki bana kitabı hiç aratmadı. Aksine kitaptan daha çok etkilendim diyebilirim.
İleriki sezonlarda ise dizinin baş karakteri olan June'un o mücadelesini, psikolojik olarak hem çöküşünü hem ne denli değiştiğini izlemek inanılmazdı. Verilen emek asla göz ardı edilemez. Aldığı her ödülü fazlasıyla hak eden bir yapım. Hele ki Elisabeth Moss'un dizideki oyunculuğuna değinmiyorum bile.
Anlatılan hikâye daha önce birçok farklı mecraya taşındı...
Volker Schlöndorff, 1990 yılında romanı sinemaya uyarlarken, kitap daha sonraları tiyatro, grafik roman, opera, hatta baleye bile uyarlanmış. Ama dizi kadar hiçbiri ses getirememiş. Dizi sayesinde roman da bu distopik evren de dünyaca tanınmış oldu.
Bir oyuncudan çok daha fazlası...
Tekrar gelelim dizinin başrol oyuncusu olan Elisabeth Moss'a. Dizide sadece oyunculuk yapmakla kalmıyor aynı zamanlarda dizinin yapımcılarından birisi olarak da yer alıyor kendisi. Ve bununla da kalmıyor; dördüncü sezonun bazı bölümlerinde yönetmenlik de yapıyor.
Bir diğer yandan Elisabeth Moss yaptığı açıklamalarda, oynadığı karakter Offred'i daha iyi yansıtabilmek adına tüm sahnelerde makyajsız olduğunu söylüyor.
Susturulanlar duyulmak için yaygara koparacaklardır, sessizce de olsa…
Dizi boyunca bir depresif atmosfer içerisinde olacağınızı söylemiştim. Her ne kadar bu boğucu dünyada olsak da bir yerlerden bir umut ışığı da doğuyordu içimize. Küçük de olsa…
June'un dizideki tüm kadınlara umut olması, ileriki sezonlarda onun hem kendisi hem kızı için yaptıkları, yaşadığı onca acımasızlığa rağmen ne kadar güçlü olduğunu da bizlere gösteriyordu. Ve bunu görmek ise her şeye değerdi.
Sözün özü; karakterleriyle, anlatılan distopik evreniyle, mekanlarıyla, sinematografisiyle gerçekten çok başarılı bir dizi.
Duygularınıza dokunan ve sizi derinden sarsacak hikayesiyle, herkesin izlemesi gereken bir dizi.
Yorumlar