1920'lerin Los Angeles'ında bir kilise hastanesinde geçen filmimiz, Beethoven'ın 7. Senfonisi ile bizleri karşılıyor. Aynı zamanda Beethoven'ın "düşüş" olarak adlandırdığı bir senfoni bu. Hikâyemizin kahramanlarından birisi olan dublör Roy, köprüden atıyla birlikte düşmesiyle diğer kahramanımız Alexandria ile tanışıyor.

Alexandria, ailesiyle birlikte çalıştığı bahçede portakal toplamaya çalışırken ağaçtan düşüp kolunu kırıyor ve bu iki düşüş filmimizi oluşturuyor. Burada Roy ve Alexandria'nın tanışmasına, arkadaşlığına, masalına şahit oluyoruz. Bu ikilinin oyunculukları o kadar doğal ki, sanki rol yapmamışlar da karşılıklı sohbet ederken gizli kameraya alınmış gibiler. Hele ki Roy ile Alexandria'nın ağladıkları o sahne… Beni benden aldı diyebilirim.

“Bir insan yüzünü gizlerse, gönlünde ne yattığını gösteremez.”

5 yaşındaki Alexandria, hastanedeki diğer çocuklardan farklı olarak bir an bile yerinde duramayan, kıpır kıpır, meraklı, hayal dünyası geniş bir çocuk. Bu yönüyle hastane çalışanları tarafından da çok seviliyor. Diğer bir yandan Roy, yatağa bağımlı bir halde sürüklenen umutsuzluğa, bir de sevgilisini filmin başrol oyuncusuna kaptırmasını da ekliyor ve tam anlamıyla psikolojik bir düşüş yaşıyor.

“Ne tuhaf bir dünya. Bir gün ona âşık oluyorsun, başka bir gün onu binlerce kez öldürmek istiyorsun.”

Bir gün Alexandria'nın notunun hemşire Evelyn'e gitmesi gerekirken rüzgâr yüzünden Roy'un penceresinden kucağına düşmesiyle ikilinin yolları kesişiyor.

Roy, Alexandria'nın dikkatini çekmek için o an bir hikâye uydurur. Ama asıl hikâyenin daha güzel olduğunu ve bunu öğrenmek istiyorsa ertesi gün tekrar yanına gelmesi gerektiğini tembihler. Amacı intihar etmek için ulaşması gereken ilaçları Alexandria sayesinde alabilmek.

“Bende mutlu son yok.”

Filmdeki masal Roy'un anlatımıyla ama Alexandria'nın gözünden bizlere o kadar güzel anlatılır ki… Renkler, görüntüler, manzaralar bir tablo gibi resmen. Özellikle filmin görselliği hakkında çok şey söylemek mümkün. Hiçbir şekilde özel efekt kullanılmaması, tek bir kare için bambaşka bir ülkeye gidilmesi ayrıca takdire şayan. Titizlikle çalışan yönetmeniyle, ustalıkla işlenen senaryosuyla, etkileyici görüntü yönetimiyle, akıllardan kolay kolay silinmeyecek bir yapıt.

“Her şeyin bir ömrü vardır.”

Düşünün ki bir saniyelik sahne için bile kalkıp ülke değiştirmiş yönetmen Tarsem Singh. Filmde anlatılan masalın daha gerçekçi olması istenmiş. Öyle de olmuş zaten. Doğal olarak filmin çekimleri de çok uzun sürmüş. 4 yıl içerisinde 18 farklı ülkede çekimler tamamlanmış. Filmin geçtiği mekanlardan birisi de Ayasofya. Buradaki çekilen düğün sahnesi, semazenlerin dönüşü, üst çekim planı ile inanılmaz bir görüntü ortaya çıkmış ki büyülenmemek elde değil.

Yani filmde sizi hem mimari hem de doğal harikalar bekliyor diyebiliriz. Aslında filmin neresinden övsem bir tarafı eksik kalacak gibi hissediyorum. Benim için gelmiş geçmiş en kıymeti bilinmeyen filmdir The Fall. Öyle bir film var ki karşınızda tablo gibi, rengarenk, insana mutluluk veren, zaman zaman hüzünlendiren, hayal kurmayı unutan insanlara ilham kaynağı olan, masal diyarında gezdiren muhteşem bir film.

Filmde anlatılan hikâyede 6 karakter var. Bunlar Maskeli Haydut, eski köle Otto Benga, karısı vali tarafından kaçırılan Hintli, bomba uzmanı Luigi, bir doğa bilimci Charles Darwin ve sonradan eklenen bir ağaç kavuğundan çıkan Mystic. Hepsinin ortak noktası, Odious'tan intikam almaktır.

Roy: Haydut, Odious'ın saklandığı yerin yanından geçerken Odious tam burnuna vurmuş.
Alexandria:Hayır, biraz bekle. Bekle, lütfen!
Roy:Böylece havuzun dibini boylamış. Yüzmeye çabalamamış bile.
Alexandria: Uyduruyorsun.
Roy: Hayır. Batmaya başlamış, ölüyormuş.
Alexandria:Bırak yaşasın. Neden herkesi öldürüyorsun?
Roy:Benim hikâyem.
Alexandria:Benim de hikâyem.
Marcus Wesley, Robin Smith, Lee Pace, Jeetu Verma, Leo Bill

Bu karakterlerimizin hepsi bir adada başlar Roy'un anlattığı hikâyeye. Sahneler ilerledikçe bizleri görsel bir şölen bekler. Umut-umutsuzluk ikilemini de sürrealist bir şekilde aktaran bir yapım. Şiir tadı veren bir sinema, izlediğinizde sizi metafor yağmuruna tutabilir. Felsefi ve psikolojik temelleri de sağlam atılmış. Her sahnesi ayrı durak, her sahnesi ayrı bir anlam.

Justine Waddell, Lee Pace

Yazının başında hatırlarsanız, iki düşüşün bizim filmimizi oluşturduğunu söylemiştim. Burada düşüşün aslında nasıl bir çıkış olacağını, umutsuzluktan sona yaklaşmışken tekrar başa dönülebileceğini, en dipten yukarıya doğru insanın değişimini de betimleyen bir film izleyeceğiz. Hepimiz hayatta zaman zaman düşüşler yaşamışızdır. Belki hala yaşıyoruzdur ama biz farkında değilizdir…

"Alexandria" (Catinca Untaru)

İlk sahnesinden son sahnesine kadar içerisinde mesaj barındıran, en doğal haliyle görebileceğiniz oyunculukları ile, karakter ağladığında sizin de canınız yanacak, onların acısıyla kendi acınızı harmanlayıp duygulanacaksınız. Ya da korktuğunuz zaman Alexandria gibi “Gugli, Gugli, Gugli, Be Gone!” diyerek korkularınızın yok olmasını isteyeceksiniz. En önemlisi de nasıl olduğunu anlamadan içiniz umutla dolacak. Çok farklı dünyalarda sizi gezdirip, bıraktığında ise filmin etkisinden bir müddet çıkamayacaksınız. The Fall işte böyle bir film. Her anını hissederek izlemeniz dileğimle. İyi düşler, iyi düşüşler…

The Fall (2006)
In a hospital on the outskirts of 1920s Los Angeles, an injured stuntman begins to tell a fellow patient, a little girl with a broken arm, a fantastic story about 5 mythical heroes. Thanks to his fractured state of mind and her vivid imagination, the line between fiction and reality starts to blur a…
Paylaş