David Grann'ın aynı adlı romanından uyarlanan ve senaryosunu Eric Roth'un kaleme aldığı Killers of the Flower Moon, barda içki ısmarlar rahatlığıyla insanların ölüm emrini veren siyah şapkalı adamların ve bu trajedinin tam ortasında yer alan bir çiftin hikâyesini anlatıyor.

"Ernest" ve "Mollie"

Martin Scorsese'nin 206 dakika gibi devasa bir süreye yaydığı hikâye, uzunluğu dolayısıyla izleyiciyi birkaç kez filmden koparmaya yelteniyor olsa da öyle kilit noktalarda öyle sürprizlerle karşılaşıyoruz ki, filmi monotonluktan kurtaran en etkili detaylardan biri de bu beklenmedik gelişmeler oluyor.

1920'li yılların Oklahoma'sında geçen Killers of the Flower Moon, toprak zenginlerinden oluşan Kızılderili topluluğu Osage'lerin, çok kısa bir zaman dilimi içerisinde beyazlar tarafından tek tek yok edilişini, üstü kapalı bir biçimde ancak sizleri de görgü tanıklarından biri haline getirerek anlatan, tüyler ürpertici bir yapım.

Pek akıllı bir adam olmayan Ernest Burkhart, henüz yeni bitirdiği askerliğinin izlerini hafızasından silememiş olan bir Güneybatılı. Soylu, zengin, bu bölgede söz sahibi ve bilge biri olarak anılan amcası William Hale ise yerli halk tarafından "Kral" olarak nitelendirilen, saygı duyulan bir isim.

Askerden dönen yeğeni Ernest'e iş bulmak ve bir an önce baş göz etmek isteyen William, Osage halkının en sevilen isimlerinden biri olan Mollie ile yollarını kesiştiriyor.

"Wiliam Hale" (Robert De Niro), "Ernest Burkhart" (Leonardo DiCaprio)

Leonardo DiCaprio ve Robert De Niro'yu yıllar sonra tekrar bir araya getiren film, en başlarda Ernest ile William karakterlerini ana karakter olarak ön plana çıkartıyor olsa da olaylar derinleştikçe ve izleyiciler olarak karakterlere bakış açımız değiştikçe, aslında hikâyenin odak noktasında olan ismin Lily Gladstone'un hayat verdiği "Mollie" karakteri olduğunu anlaşılıyor.

Şoförlüğünü yapan Ernest'e âşık olan Osage kabilesinin zengin kadını Mollie, bir "beyaz" ile evlilik yapması dolayısıyla aile büyüklerinin büyük bir kısmının olumsuz tepkilerine maruz kalıyor ancak kendisi her şeye rağmen biraz geç kalmış olan bu mutluluğa dört kolla sarılmaya çalışan bir kadın.

Martin Scorsese ile ilk kez çalışan Lily Gladstone'un, DiCaprio'dan da DeNiro'dan da eksik bir performans sergilediği söylenemez. Üzerine düşen her şeyi fazlasıyla yerine getiren aktris, önümüzdeki yılın ödül törenlerinin gözde adaylarından biri olacak gibi.

Ernest ile ilişkisine, kendinden emin, özgüvenli, güçlü bir figür olarak başlayan Mollie'nin, Osage halkını ortadan kaldırmak için düzenlenen cinayetler ve zamanla etkisini artırmaya devam eden diyabet hastalığı sonrasında yavaş yavaş çöküşüne şahit oluyoruz. Annesi, kardeşleri, kabilesinin diğer üyeleri derken kaybettiği herkesin yükünü omuzlarında taşıyan Mollie, "sıra ne zaman bana gelecek?" düşüncesiyle de birlikte narin bir çiçek gibi solmaya başlıyor.

Hikâyenin öbür ucundan anlatılan bir cinayetler silsilesi.

Kurbanlardan daha çok katillere odaklanan bu cinayet gizemi, Amerika'nın kanlı tarihinde yaşanan olayları da büyük ölçüde göz önünde bulundurarak "gaddar beyazların" kendilerinden daha aşağı gördükleri yerli halkı hayvandan ayırmaksızın katledebileceklerini, alışılagelmişin dışında yollarla anlatmaya çalışıyor.

Hikâyesinin gerçeğe dayanıyor olması dolayısıyla duygusal açıdan da yıpratıcı bir etki bırakan Killers of the Flower Moon, ABD hükümetinin atadığı birkaç beyaz tarafından koruma altına alınmış olan Osage sakinlerinin, başlangıçta hiçbir şekilde ciddiye alınmayışlarını da üzücü ve gerçekçi bir şekilde işlemiş.

Ernest'in hangi sonuçlara varabileceğini ölçüp tartmadan kendi hakimiyetini bir başkasına teslim edişi, yüzümüze gülen karakterlerin arkamızdan iş çevirmesiyle hayal kırıklığına uğrayışımız ve ölümün her an yüzündeki gülümseme ile pusuda bekleyişi, bu filmi Scorsese'nin en değerli işlerinden biri haline getirmiş.

Daha kısa olabilir miydi?

Bittiğinde, "ansiklopedi doluluğundaki kocaman bir romanı tek oturuşta okumuşsunuz da sindirmek için kendinize bir zaman tanımışsınız" gibi bir hissiyat bırakan film, evet tek bir filme sığdırmak için çok uzun bir süreye sahip, kabul ediyorum. Belki bir tık daha kısa olabilirdi ama bu sefer de aynı etkiyi bırakamayabilirdi.

Bir mini dizi olsaydı da derdini daha detaylı anlatsaydı, daha mı iyi olurdu?.. Bundan da emin değilim. Ancak günümüzün odaklanma problemi yaşayan özelikle "gençleri" için, tek seferde izlemesi çok zor olduğunu da söylemem gerek.

Jesse Plemons, John Lithgow ve Brendan Fraser'ın küçük ve etkili rolleri ise hızlı diyaloglarla temponun olabildiğince artmasına ve izleyicinin olayların içerisine daha çok çekilmesine neden olmuş.

Filmin, yeterince çarpıcı bulamadığım tek noktası ise finali oldu. Üç buçuk saat boyunca vicdan duygusu başta olmak üzere birçok insani duyguyu sorgulatan bu yapım, izlemeyi bitirdiğinizde bir nebze "oh be!" dedirtiyor olsa da bu hissi tam anlamıyla yaşamanıza izin vermiyor.

Spoiler vermek istemediğim için daha fazla detay veremiyorum ancak şu şekilde açıklayabilirim; hikâyenin sona erme şeklinden, yaşanan gelişmelerden memnunum ama olayların izleyiciye anlatılış biçimini beğenmedim.

Lily Gladstone ve Martin Scorsese

Rodrigo Prieto'nun muhteşem sinematografisinden Robbie Robertson'ın iliklerinize kadar işleyen müziklerine, harika performans sergileyen oyunculara kadar, yavaş temposuyla usul usul ve acımasızca sizi soykırıma şahit eden Killers of the Flower Moon, sıradan bir Western filmi olarak tanımlanmaktan çok uzakta.

Gerçek tarihi ve kurguyu birbirine çok güzel harmanlayan usta yönetmen Martin Scorsese'nin en iyi filmi olmasa bile; sertliği, sürükleyiciliği ve acımasızlığıyla her noktasıyla ilmek ilmek işlediği en özel eserlerinden bir tanesi olduğunu çok rahat bir şekilde söyleyebilirim.


Yaren’in Köşesi
muggle’lar mı? onlar hiçbir şey görmezler ama çatal batırırsan hissederler. merhaba, ben Yaren. çocukluğumdan beri tutkunu olduğum fantastik dünyalara, filmlere, kitaplara, dizilere ve çizgi romanlara dair videolar yapıyorum. ben bu videoları yaparken çok eğleniyorum, eğer siz de bana eşlik etmek…
Paylaş