90'lı yılların şov dünyasının en sevilen isimlerinden biri olan Jonathan Larson'ın eğlenceli ve aynı zamanda acınası hayatına ilginç bir bakış açısıyla yaklaşan "tick, tick... BOOM!", iletmek istediği mesajlar konusunda çok başarılı olan ve gerçekçiliğiyle ön plana çıkan bir dram müzikali.
Kısacık ömründe, hiçbir emeğinin karşılığını alamadan hayata gözlerini yuman Jonathan Larson, 80'ler ve 90'larda New York'un sahne dünyasına, besteleri ve şarkı sözleriyle damgasını vurmuş gelecek vadeden bir isimdi.
Eserlerinde genellikle toplumsal meselelere değinen Larson, o yıllarda ABD toplumunu derinden sarsan; homofobi, uyuşturucu bağımlılığı, AIDS, kapitalizm ve ırkçılık gibi problemlere eserlerinde sık sık yer veren bir sanatçıydı.
Yönetmen Lin-Manuel Miranda'nın tick, tick… BOOM!'u ise, henüz 35 yaşında hayatını kaybeden sanatçının, çok kısa olmasına rağmen dopdolu geçen ömrünü kendine has bir stil ile mercek altına alan bir yapım.
Oyuncu kadrosunda Andrew Garfield, Alexandra Shipp, Vanessa Hudgens, Robin de Jesus ve Bradley Whitford'un yer aldığı film, 2022 yılında Oscar Ödülleri'nde "En İyi Kurgu" ve "En İyi Erkek Oyuncu" dallarında adaylık kazandı.
Bu film, "masalsı yolculuklar" sunan müzikallerden değil.
tick, tick... BOOM!, çalışkan bir sanatçının hayallerini gerçekleştirebilmek adına sırtına yüklendiği yükleri, ama çoğunlukla bu uğurda yitirdiklerini anlatan bir film. Ama daha çok, "temposu hareketli ama sözleri de bir o kadar üzücü olan bir şarkı" olarak da yorumlanabilir.
New York'taki minik bir dairede ev arkadaşıyla birlikte yaşayan Jonathan, bir lokantada garsonluk yaparak geçimini sağlamaya çalışıyor.
Asıl mesleğine de gönülden bağlı olan karakterimiz, güçlükle kiralayabildiği müzik stüdyosunda bir yandan da bu işini sürdürmeye çalışıp bir yerlere varmayı umuyor.
30. yaş gününe gün sayan Jonathan, "otuz yaşına girdiğinde hiçbir şey başaramamış olmamak için" doğum gününün gelmesini hiç istemiyor ve bu yüzden, kıyamet sonrası bir atmosferi betimleyen yeni müzikali Superbia'yı tamamlamak için canla başla çalışıyor.
Varoluşsal krizleri ile geçim sıkıntısı da çeken karakterimiz, endişeli ve garip bir şekilde neşeli tavrını çok güzel yansıtıyor ve herhangi bir müzikalde görebileceğinizden çok daha gerçekçi bir biçimde seyirciyle iletişim kuruyor. Burada Andrew Garfield'ın "Jonathan" karakteri için ne kadar doğru bir seçim olduğunu anlayabiliyorsunuz.
Lin-Manuel Miranda, Andrew Garfield'ı masözü aracılığıyla ikna etmiş.
Yönetmenin Andrew Garfield'a ulaşma hikâyesi biraz ilginç. Lin-Manuel Miranda'nın, New York'ta masaj terapisti olarak çalışan ve Garfield'ın çok yakın arkadaşı olan Greg Miele ile bir randevusu varmış ve bu randevuları sırasında, bir sonraki projesinde Andrew ile çalışmak istediğini, ancak onun şarkı söyleyip söyleyemediği hakkında bir fikri olmadığını söylemiş. Greg de "onun harika bir sesi var" diyerek yalan söylemiş.
Andrew'un sesi gerçekten güzel olsa bile donanımlı bir sanatçıyı canlandırabilmek için, kendisinin tam 11 ay boyunca ses eğitimi alması gerekmiş. Bu olayı Andrew Garfield, Graham Norton Show'da kendisi anlatıyor.
Filmdeki şarkıların her biri Andrew Garfield tarafından seslendiriliyor ve şahsen benim iki tane favorim var:
30. yaşa girilecek olmanın verdiği endişeyle birlikte yazılmış olan "30/90":
Vanessa Hudgens ile birlikte seslendirdikleri, "ünlü" çift terapisi "Theraphy":
Kadroda, Andrew Garfield'a eşlik eden herkes çok güzel iş çıkartmış ancak burada yönetmene de önemli bir parantez açmak gerekir. Lin-Manuel Miranda, ilk uzun metraj deneyiminde gerçekten takdir edilesi performans ortaya koymuş.
Müzikal konusunda, büyük kitleler tarafından tanınmayan ancak yine de bu kadar önem verilen bir sanatçının hikâyesini, sıradanlıktan çok uzak bir müzikal içerisinde anlatmak ve ortaya dört dörtlük bir film çıkartmak, Larson'ın mirasını onurlandırmak adına atılmış en güzel adımlardan birisi olmuş.
Senelerdir dillerden düşmeyen "Amerikan Rüyası"nı pohpohlamayı bırakın, New York'ta yaşamanın sıkıntısını, "Bu şehirde herkes mutsuz!" cümleleriyle destekleyen Miranda, bu mesleğin zorlu basamaklarını da tüm gerçekçiliğiyle ortaya koyuyor.
Larson'ın hayattayken bir türlü büyük kitlelere ulaştıramadığı şarkılarının, en azından bir kısmını, biraz geç de olsa, dinleyicilerine ulaştırmayı başaran tick, tick... BOOM!, sanatçıya saygılı bir şekilde teşekkürlerini sunan enfes bir film.
Yorumlar