Bir dizi düşünelim… Sadece bir uçağın düşmesiyle değil de, insanlığın bütün çatlaklarını, bütün pişmanlıklarını ve umutlarını beraberinde yere indirerek başlasın.

22 Eylül 2004 tarihinde, Oceanic Havayolları’na ait 815 sefer sayılı Los Angeles-Sidney uçağının düşüşüyle beraber, televizyon tarihi de baştan yazıldı sanki. Bir ada, onlarca yabancı, geçmişin ağırlığı, kurtuluş ihtimali ve koca bir sınav… Ama bunların ötesinde asıl olay; insanın kendiyle olan mücadelesi. O yüzden "izledim" diyemiyorsunuz Lost için; çünkü izledikçe daha da çok soru işareti çıkartan, yaşadıkça daha da kıymete binen bir olayın içerisinde buluyorsunuz kendinizi.

Üzerinden bunca sene geçmiş olmasına rağmen hala akıllardan çıkaramadığımız bu diziyi ölümsüz kılan şey, yalnızca gizemli bir adanın hikâyesini anlatıyor olması değil; o adanın, her bir karakterin iç dünyasının bir yansıması haline gelmiş olması. Jack, Kate, Locke, Sawyer, Hurley, Sayid, Charlie… Her biri başka bir yara, başka bir inanç, başka bir pişmanlık. Hiçbiri tam kahraman değil, hiçbiri kötü insan değil. Belki de insanın "gri" doğasını her an hatırlattıkları için de bu kadar gerçekler.
Kusurlu kahramanlar, gerçek insanlar

Jack’in "lider olmak" ile "kontrol delisi olmak" arasındaki o ince çizgide yürüyüşü… Kate’in geçmişten kaçarken özgürlüğe bir türlü ulaşamaması… Locke’ın mucizeye inanma arzusunun zamanla kör bir takıntıya dönüşmesi… Bunlar belki spoilerlı başka bir yazının konusu fakat Lost, bu karakterleri karikatüre çevirmeden anlatmayı başaran nadir bir eser. Bir gün Jack’le gurur duyuyorsunuz, ertesi gün sinir oluyorsunuz. Bir gün derdini dert ediniyorsunuz, diğer gün suratına bir tane patlatmak istiyorsunuz. Gerçek hayatta da böyle değil mi? Hepimiz birer insanız, hayat mücadelemizin içerisinde doğrularımıza olduğu kadar yanlışlarımıza da yer vermek durumundayız. Ama bir kısmımızda da bu doğrular ve yanlışlar terazisi bir türlü dengede duramıyor; tıpkı Benjamin Linus'ta olduğu gibi.

Benim için Lost’un asıl büyüsü de burada yatıyor. Her bir karakterin geçmişine döndüğümüzde, onları yargılamak yerine anlamak için çaba sarf ediyoruz. Sawyer’ın serseriliğinin ardındaki travmayı, Locke’ın inancının ardındaki yalnızlığı gördüğünüz anda, artık "ben olsam yapardım" ya da "yapmazdım" diyemiyorsunuz. Çünkü o an fark ediyorsunuz ki, hepimiz aslında hayatımızın bir döneminde kendi adalarımızın içerisine sıkışmış insanlarız. Belki de karakterlerin acılarını, pişmanlıklarını ya da zaferlerini bu yüzden birlikte paylaşır hale geliyoruz.
Zamanın ve kaderin oyunu

Sezonlar ilerledikçe, olayların yalnızca "şimdi"de yaşanmadığını fark edişimiz, Lost’un bize sunduğu karmaşıklıklardan sadece biri. Çünkü sadece zamanla oynayan bir hikâye değil, zamanı bir karakter haline getiren bir yapı olduğunu söylemek çok daha doğru. Geçmiş, gelecek, kader, tesadüf… Her şey birbirine karışıyor. Bir karakterin geçmişte yaptığı bir seçim, adada bambaşka bir kaderi doğuruyor. Bu döngü, izleyiciyi de içine çekmekle beraber bir sonraki bölüm tuşuna da aceleyle basılmasına neden oluyor.

Diziyi günümüzde izleyeceklerin sahip olduğu en büyük lüks budur diye düşünüyorum, çünkü döneminde bölümleri eş zamanlı takip edenlerden biri olarak, bir sonraki haftayı beklemek bizim için çok büyük bir işkenceydi. Yeni bölüm gelene kadar forum sitelerindeki teorileri okumak da ayrı bir zevkti ama...
Lost ve felsefe

Kutup ayılarının, atların, dışarıdan açma kolu olmayan garip kapakların ya da Volkswagen Van’lerin bulunduğu bu adada zamanla kurulan bu ilişki, diziyi sıradan bir "hayatta kalma" hikâyesinden felsefi bir deneyime sürüklüyor. Her bölümde "belki de hiçbir şey tesadüf değildir" fikri biraz daha kök salıyor. Çünkü Lost, insanın "neden buradayım?" sorusuna televizyonun izin verdiği ölçüde en derin cevabı arıyor.

Aynı zamanda dizinin içerisindeki John Locke, Rousseau, David Hume, Jeremy Bentham gibi karakterlerin, isimlerini tarihteki önemli düşünürlerden aldığını düşünürsek, dizinin felsefi yönünün fazlasıyla kuvvetli olduğunu söylemek hiç yanlış olmaz. Ayrıca; bölümlerin isimlerinin de bu isimlere ve karakterlere dair göndermeler, detaylar taşıdığını belirtmek gerek. Bariz biçimde bir Locke göndermesi olan Tabula Rasa bölümü de en belirgin örneğimiz olsun.

Gerçek düşünür John Locke, insanı doğuştan boş bir levha, yani tabula rasa, olarak tanımlar. Hayat deneyimlendikçe, anılar ve yaşanmışlıklar bu boş levhayı doldurur. Böylece insan, doğuştan sahip olmadığı bilgileri, yaşadıklarıyla şekillendirir.
Mitolojiyle yoğrulmak

Felsefi göndermeleri bir kenarı bırakacak olursak, diziyi izlerken fark edeceğimiz bir başka detay da kitaplarla olan ilişkisi olacak. Sawyer'ın sürekli kitap okuması öylesine bir detay değil ve ne tesadüftür ki bu ada da sadece öylesine bir yer değil. Sineklerin Tanrısı, Watership Tepesi, Alice Harikalar Diyarında, Lancelot, Müşterek Dostumuz, İki Şehrin Hikâyesi ve daha çok uzatabileceğim bu listedeki klasik eserlerin yankıları, Pasifik Okyanusu’nun ortasındaki bu adanın her bir köşesinde hissedilebilir. Lost, bu referanslar üzerine kurulu bir düzen belki ama kendini onların gölgesine hapsetmeyecek kadar, hatta aksine kendi mitolojisini yaratacak kadar da cüretkâr bir iş.

Sonraki sezonlarda ortaya çıkan dikkat çekici motifler, hiyeroglifler, kabartmalar da işin tuzu biberi. Adanın tarihine dair ufak tefek ipuçlarının paylaşıldığı bu detaylar, anlamlarını öğrendikçe hikâyeyi besleyen araçlar olarak hizmet ediyor. Örneğin, altı sezon içerisinde birkaç kez karşımıza çıkan Ankh Haçı gibi, birçok anlamı bulunan yapılar, izledikçe öğrendiğimiz olayların temelini besler nitelikte.
Zekice kurgulanmış bir senaryo

Bir karakterin kolundaki dövme, bir kitap kapağı, bir rakam dizisi… Bunların hepsi Lost evreninde bir şey anlatır. Senaristler izleyiciyi kandırmaz; tam tersine, "gel, birlikte çözelim" der. Lost izlemek, bir bulmacayı çözmek gibidir ama sonunda ulaştığınız şey bir cevap değil bir duygudur.

Ve o duyguyu açıklamak zordur. Çünkü bazen sadece bir bakış, bazen bir sessizlik, bazen de bir karakterin iç monoloğu tüm bölümlerden daha çok şey söyler. Dizi, duygusal olarak yıkar ama bunu gösterişle değil, samimiyetle yapar.
Televizyonun dönüm noktası

2004’te yayınlandığında kimse bu kadar karmaşık, bu kadar derin, bu kadar "riskli" bir dizinin ana akımda bu kadar yer edineceğini düşünmüyordu. Ama Lost, hem batmanın eşiğinde olan ABC’yi hem de o dönemde rekor bir meblağ ile çekilen pilot bölümü ile tüm televizyon tarihini derinden etkiledi. Sinema kalitesinde çekimler, karakter merkezli anlatılar, uzun soluklu gizem yapısı… Aslına bakarsanız bugün “kaliteli” kategorisi altında işlediğimiz pek çok kaliteli dizinin temeli de burada atıldı. Westworld, The Leftovers, From, Dark… Hepsi bir şekilde Lost’un açtığı yoldan yürüyen yapımlar.
Sonsuzluğa uzanan yankı

Dizinin finali yayınlandığında pek çok izleyicinin öfkesini, tatminsizliğini, hatta nefretini hatırlıyorum. Oysa bu kadar incelikle örülmüş bir hikâyeden nefret edebilmek için, ona altı sezon boyunca yalnızca boş boş bakmış olmak gerek. Lost, sorduğu her sorunun cevabını kendi içinde saklayan, “duyarsan anlarsın” diyen bir hikâyeydi. Belki de sorun, cevabın verilmemesinde değil; bizim o cevabı duyamayışımızdaydı.

Bir uçağın düşmesiyle başlayan bu serüven, aslında insanın kendine yaptığı en derin yolculuk. Ve belki de tam bu yüzden, Lost’un içinde hepimiz kendimizden bir parça bulduk, kimimiz kaybolduk, kimimiz bulunduğumuzu sandık…
Yorumlar