2000’lerin dillerden düşmeyen efsane dizisi Lost’un dördüncü sezonunun beşinci bölümü The Constant, sadece dizinin değil, televizyon tarihinin de en unutulmaz anlarından birine imza attı.
Dizinin zaten bilindik karmaşık yapısına aşina olan izleyici, bu bölümde adeta zamanın büküldüğü, bilincin evrenler arasında salındığı bir yolculuğa davet ediliyor. Bölüm, Desmond Hume’un zihinsel kopuşunu, geçmiş ile şimdi arasında sıkışıp kalışını ve en nihayetinde duygusal bir sabit nokta bulmasının zorunluluğunu, belki de anlatılabilecek en mükemmel biçimde anlatıyor.
Bilincin yolculuğu

Desmond’ın helikopterle adadan ayrılmasıyla başlayan yolculuk, sıradan bir kurtulma hikâyesine vesile olacakken akıl almaz bir bilinç transferine dönüşüyor. Daha önce ambarda defalarca elektromanyetizme maruz kalmış olan Desmond, en son Charlie’nin öldüğü Dharma istasyonunda büyük bir patlamaya daha maruz kaldı. Ve Faraday’in anlattıklarından çıkarabildiğim kadarıyla Desmond, zaten kendisi başlı başına bir manyetik alan olan bu adanın dışına çıktığı için çok güçlü bir kafa karışıklığı yaşıyor. Bunun sonucunda da 1996 ile 2004 yılları arasında kopuk bağlantılar kurmaya başlıyor.

Kendi kimliğini, bulunduğu zamanı ve mekânı kavrayamaz hale gelmesi, izleyiciye yalnızca kafa karıştırıcı bir bilim kurgu hikâyesi sunmuyor; aynı zamanda bilincin hassaslığını gözler önüne seriyor. Dizinin en büyük marifeti de tam bu noktada ortaya çıkıyor; karmaşık bir bilimsel fikri, bir insanın çaresizliğiyle aynı düzlemde işlemek ve bunu 43 dakikada anlatabilmek.
Daniel Faraday ve bilimin sınırları

Bu bölümde tam anlamıyla kendini gösteren fizikçi Daniel Faraday, Lost’un mitolojisine bilimsel bir katman ekleyen çok güçlü bir figür. Gelecekteki hali adada bir keşif ekibiyle dolaşırken 96’nın Faraday’i, Oxford yıllarında; işiyle gücüyle uğraşıyor ve zihnin zaman içinde ileri geri savrulabileceğinin deneylerini yapıyor.
Eloise isimli fare üzerinde yaptığı deney, bilincin bir "referans noktası"na ihtiyaç duyduğunu ortaya koyuyor. Yani zaman ne kadar kayarsa kaysın, eğer zihni sabitleyecek bir "sabit" bulunmazsa sonuç ölümcül olabiliyor. (bkz: Minkowski) Desmond’ın hikâyesi işte bu noktada bir bilimsel deneyden öte yaşamla ölüm arasındaki bir yarışa dönüşüyor.

Gerçek aşkla bilimin çarpışması
The Constant, çok güçlü bir bilim kurgu anlatısını sağlam bir aşk hikâyesiye buluşturan en rafine örneklerden biri. Desmond’ın kurtuluşu, Faraday’in teorisinde olduğu gibi bir sabit bulmaya bağlı. Yoksa sonu Minkowski ya da Eloise gibi beyin anevrizması olacak. O sabit ise sevgilisi Penny. Desmond’ın zihni 1996’da sıkışıp kaldığında, ona tek çıkış yolu olarak yıllar sonrasına ulaşması gerektiğini hatırlatan şey Penny’e olan inancı oluyor. Bilimin soyut teorileri, duyguların somut gücüyle birleşiyor ve bölüm, akılda kalıcı olduğu kadar kalpleri de erten bir yapıya bürünüyor.

Penny’e de ayrıca üzülmüyorum diyemem, onu yeni terk eden erkek arkadaşı bir gün çıkıp geliyor ve “Bana numaranı ver, seni şimdi değil sekiz sene sonra arayacağım. Beni beklemen lazım,” diyor. Olacak iş mi?

Desmond’ın 2004 yılında bilmedikleri bir gemide Sayid’in güç bela tamir etmesiyle çalıştırdıkları telefonla Penny’yi araması, bölümün zirve anı. Sekiz yıldır ayrı oldukları halde Penny’nin telefonu açıp Desmond’ın sesini duyması, izleyiciye sadece bir rahatlama sunmuyor; izleyiciye yine burada da televizyon tarihinin en güçlü duygusal patlamalarından birini yaşatıyor. The Constant'ın kalıcılığını sağlayan şey, işte bu tek sahne; zamanın anlamsızlaştığı, bilimin de aşkın da aynı potada eridiği an.
Zihnin kayboluşu

Desmond’ın yaşadığı zihinsel yolculuk, aslında kimliğin kırılganlığına da bir gönderme. Kendi kim olduğunu hatırlayamayan, bulunduğu zamanı kavrayamayan bir adamın, tek bir bağ sayesinde yeniden "var" olabilmesi, Lost’un büyük temalarından biriyle örtüşüyor: İnsan, tek başına değil, bağ kurduğu ilişkilerle anlamlı.
Şimdiye kadar aşina olduğumuz "zamanda yolculuk"lu, "alternatif evren"li her yapımın sık sık sorduğu sorulardan biri şu:
"Zaman değiştirilebilir mi, yoksa her şey önceden yazılı mıdır?"
The Constant, bu soruya doğrudan bir yanıt vermiyor. Fakat bölümün akışı, kaderin çatırdamaya niyetli yapısı ve zamanın döngüselliğini her fırsatta işaret ediyor. Bölüm, sorulan klişe soruları ustaca teğet geçiyor ve asıl anlatmak istediği ana mevzuyu izleyiciyle cesurca fısıldıyor.
Televizyonun sınırlarını zorlamak

2008 yılında yayınlanan bu bölüm, televizyon anlatılarının ne kadar ileri gidebileceğinin bir kanıtıydı. Zaman yolculuğu kavramı, daha önce defalarca işlenmişti; fakat Lost’un başarısı bunu sadece bilimsel bir kurgunun parçası değil, karakter odaklı bir dramın kalbine yerleştirmesiydi. İzleyici, formüllerin ya da teorilerin değil, Desmond’ın çaresizliğinin ve Penny’e duyduğu özlemin peşinden sürükleniyordu. Belki de bu yüzden her izlediğimde aynı tadı alıyorum. Aynı tadı alıyoruz.
The Constant, yayınlandığı günden bu yana hem eleştirmenler hem de izleyiciler tarafından Lost’un doruk noktalarından biri olarak kabul ediliyor. Bölüm, dizinin karmaşık mitolojisine hâkim olmayan izleyiciyi bile içine çekebilecek kadar güçlü bir bağ kuruyor. Yani bilim kurgu sevenler için farklı, romantik hikâyelere değer verenler için bambaşka bir tat. Bu da bölümün böyle bir statüye yükselmesinin en büyük nedeni zaten.
Bir sabite tutunmak

The Constant yalnızca Desmond’ın hikâyesi değil; aynı zamanda insan olmanın hikâyesi. Her birimizin, zamanın ve mekânın ötesinde bir sabite ihtiyacı vardır. Bizi kimliğimize, varlığımıza, en karanlık anlarımızda bile ayakta kalmamıza bağlayan bir sabit. Desmond için bu Penny iken, izleyici için bambaşka şekillerde karşılık bulabilir.
Lost’un genel yapısı itibarıyla kafa karıştırıcı bir dizi olduğu doğru. Ancak bu bölüm, dizinin en net, en güçlü ve en duygusal cevaplarından birini veriyor: Zamanın kırılganlığına rağmen, insanı ayakta tutan şey bağ kurmaktır, duygularımızdır. Bizi sabitleyen şey, aşkımızdır, inancımızdır, umudumuzdur. Ve bu yüzden The Constant, sadece bir dizi bölümü değil, televizyon tarihine altın harflerle yazılmış bir deneyimdir. Peki sizin sabitiniz ne?
Yorumlar