2010’ların sevilen serilerinden The Hunger Games, geçtiğimiz yıl vizyona giren The Ballad of Songbirds & Snakes ile koleksiyonuna yeni bir devam filmi daha ekledi.
Açlık Oyunları olaylarından yıllar öncesini konu edinen film, gencecik insanları hayattan kopartan acımasız oyunların tarihine ve seride Panem’in diktatör yöneticisi olarak karşımıza çıkan Coriolanus Snow'un gençlik hikâyesine odaklanıyor.
Yazar Suzanne Collins’in 2008 çıkışlı kitap serisinden uyarlanan ana evrene yeni eklenen hikâye, yine Collins’in 2020 yılında çıkardığı Açlık Oyunları: Kuşların ve Yılanların Şarkısı kitabından uyarlanıyor.
Yine orijinal serinin yönetmeni Francis Lawrence’ın yönetmenliğindeki proje, bizim bildiğimiz hikâyenin tam 65 yıl öncesinde konumlanıyor. Genç Snow’un henüz 18 yaşında bir delikanlı olduğu zamanlarda gerçekleşen 10. Açlık Oyunları, daha ilkel yöntemlere sahip olmakla birlikte ne yazık ki bizim bildiğimiz halinden de daha az acımasız değil.
Panem henüz alıştığımız biçimde çorak ve distopik bir arazi değil ve yine meydana gelen ayaklanmalar dolayısıyla ceza olarak mıntıkaların hizmet etmesi amaçlandığı görülüyor. Bu yeni düzenin henüz başlarında olan genç Coriolanus’un, Donald Sutherland tarafından canlandırılan orijinal filmlerdeki yaşlı ve gaddar adama dönüşme biçimi profesyonel biçimde izleyiciye verilmiş. Bu açıdan oldukça başarılı olduğunu söyleyebilirim.
Geleceği parlak, zarif, kibar ve kariyeri konusunda kararlı bir çocuktan açık gözlü, sevimsiz ve şeytani bir manipülatöre evrilme biçimini adım adım izliyoruz Snow’un, ancak bunu kör göze parmak sokma biçiminde yapmıyor film. Sonlara doğru o naif ve aynı zamanda keskin olan çizgiyi, karakterin kimseye güven duyamaması ve bunu şüpheci kişiliğiyle harmanlamalarını çok beğendim. Burada Genç Coriolanus’a hayat veren isim Tom Blyth’in performansının da büyük katkısı var bana kalırsa.
Filmin kadrosunda Blyth'e; Lucy Grey rolüyle Rachel Zegler, Tigris Snow rolüyle Hunter Schafer, Dean Casca Highbottom rolüyle Peter Dinklage, Dr. Volumnia Gaul rolüyle Viola Davis ve Lucretius "Lucky" Flickerman rolüyle Jason Schwartzman gibi isimler eşlik ediyor.
Dış güçlerin memleketinin topraklarına yaptığı işkencelerden artık rahatsızlık duyan Snow, stratejik ve hin planlarına aslında bu sıralarda başlıyor diyebiliriz. Şimdilik iki plan söz konusu; ilki, diğerleri arasında yadırganmamak için kendini Başkent’in sunduğu elitlik kervanına katılmış biri olarak tanıtmak, diğeri ise 12. mıntıkadan seçilen Lucy Gray’i zekice planları içerisine dahil edip yarışmada bir şekilde ipi göğüslemek.
Lucy, ölmüş annesinin kıyafetini üzerinden çıkartmayan, durduk yere şarkılar mırıldanan, aklı pek sağlam olmayan ve pek belli etmese de hafif çatlaklık konusunda bana kalırsa Harry Potter evrenindeki Luna Lovegood’dan hallice bir karakter.
Hikâyenin büyük bir çoğunluğu onun üzerinden ilerliyor, ancak bu durum Snow’u kısmen ikinci plana attığı için burada karakterler adına yanlış bir planlamanın söz konusu olduğunu düşünüyorum ben. Ana karakter olarak odaklanmamız gereken kişi Snow olması gerekirken, şarkılar söyleyen ve yanık sesiyle herkesi büyüleyen bu kız birçok kez rol çalmaya yelteniyor. Ancak tam olarak onu da başarabildiğini söyleyemeyeceğim. Hangisini ana karakter yapmak istediğine bir türlü karar veremeyen bir film var karşımızda.
Farklı dönemlerin insanları belki ama aynı amaca hizmet ettikleri ve her ikisi de 12. mıntıkanın haraçları oldukları için elimde olmadan kıyaslama ihtiyacı hissediyorum: Lucy, özellikle orijinal serinin ana kahramanı Katniss ile karşılaştırıldığı zaman her açıdan çok daha zayıf bir karakter. Bu yüzden de ana karakter olma konusundaki hevesini de kuvvetli bulamıyorum.
Katniss’in iş bitiriciliği, zekiliği, çevikliği bir yana kriz anında kontrol edemediği ve çoğu zaman başına bela açtığı duygularının bile esamesi yok. Lucy, sanki Rachel Zegler'ın West Side Story’deki rolünü bir türlü terk edememiş de hala bir müzikalde oynamaya devam eden bir hali gibi.
İsyancılar, isyan etmekten korkup zamanla çirkin davranışlara maruz kalarak bastırılmış olan halk, yozlaşan yönetim ve elit kısım ile halk arasında çekilmiş, Stalinist bloklarla ayrılan duvarlar arasında kendisinin bir kurban olduğuna inandırılarak yetiştirilen Snow, bu sistem dolayısıyla idam edilen babasının kinini gütmeye çalışmıyor ancak sistemi içerden parçalamaya yönelik attığı adımlar dolayısıyla yine de bir şekilde intikam almaya çalışıyormuş gibi bir hissiyata kapılıyorsunuz.
Tutkulu, istikrarlı, zekice planlarıyla kaleyi içeriden fethetmeyi planlayan bu genç adamın zamanla yaşadığı güç zehirlenmesinin etkilerini adım adım izlemek gerçekten keyifliydi. Fakat geri kalan karakterlerin akılda kalıcı olacağını hiç düşünmüyorum.
Karakterde parça parça meydana gelen izlenesi değişimler, ikinci yarının sonlarına doğru başlayan bana kalırsa gerçek aksiyon, orijinal seriye yapılan küçük göndermeler ve Katniss'in The Hunger Games: Mockingjay Part I (2014) filminde mırıldandığı The Hanging Tree şarkısının asıl hikayesinin paylaşılması gibi detaylar bir kenarı bırakılırsa, ne yazık ki benim Kuşların ve Yılanların Şarkısı’nda överek bahsedebileceğim pek de bir şey yok.
Seyir zevki yüksek olduğu doğru. En yakının bile olsa kimseye güvenmemeniz gerektiğini bir kez daha hatırlatması da yine surata tokat gibi çarpan acımasız gerçeklerinden biriydi. Ancak totale baktığımız zaman, bu filmin orijinal seriye herhangi bir katkısı olduğunu düşünmüyorum. Olmasa da olurmuş.
Yorumlar