My Old Ass ilk bakışta klasik, zamanda yolculuklu bir gençlik filmi gibi duruyor. Ama birkaç dakika içinde fark ediyorsunuz ki burada mesele gelecekten gelen bir uyarıdan çok daha fazlası. Gençlik, aşk, korkular ve seçimler… Film, bu evrensel temaları hem oyunbaz bir üslupla hem de duygusal bir içtenlikle ele alıyor. Zaman yolculuğu bu hikâyede yalnızca bir araç; asıl odak, bir genç kadının kendiyle yüzleşmesinde.

My Old Ass, yaz mevsiminin göbeğinde geçen, izlediğim en içten filmlerden biri. Filmde Elliot, üniversiteye başlamadan önceki yaz tatilini geçirirken, gelecekteki hâliyle karşılaşıyor ve hayli garip ama dokunaklı bir uyarı alıyor. Bu kurgu kulağa ilginç gelse de, asıl mesele zamanda değil; Elliot’ın kalbinde. Film, büyüme sancılarını, korkularla sevginin çekişmesini ve insanın bazen kendine bile güvenememesini anlatıyor.

Kalıpların dışında bir ana karakter
Elliot sıradan bir genç değil. Hayatını planlamış, hiçbir zaman içine sinmemiş olan aile çiftliğinde domuzlarla haşır neşir olmuş, erkeklerden uzak durmuş, mantığını önceliklendirmiş, hayatını kafasında çoktan şekillendirmeye başlamış, deli dolu bir genç kız. Ama bu mesafeli duruşunun altında, aslında kendine koyduğu sınırlarla yaşamak zorunda kalmış biri var. Başrolde izlediğimiz Maisy Stella, Elliot’a içten bir çekingenlik, tatlı bir inat ve göründüğünden çok daha derin bir duygusal dünya katmış.
Bir de Elliot'ın Aubrey Plaza tarafı var. Olgun, düşünceli, gençliğin o yerinde durmayan ateşini yitirmiş, yirmi yıl önceki haline imrenerek bakan, fakat kafasında hala "acaba olabilir mi?" düşünceleri taşıyan, 39 yaşındaki yüksek lisans öğrencisi versiyonu.

"Ona âşık olma."
Film, konusu dolayısıyla empati yapmama gibi bir durum sunmuyor. Eminim birçok kişi kendi geçmişiyle karşılaşıp ona birkaç spoiler verme, ya da son 50 yılın spor müsabakalarını içeren bir almanak hediye etme hayalini kurmuştur. Fakat burada yetişkin Elliot, genç haline daha çok tek bir uyarı yapmak için gelmiş gibi:
"Ona âşık olma."
Filmin belki de en güzel tarafı, aşkı bir "son" değil bir "dönemeç" olarak sunması. Elliot’ın Chad’le yaşadığı her sahne eğlenceli, içten, tatlı ama asla yapay değil. Tanışmaları, konuşmaları, birlikte geçirdikleri anlar, her genç kızın yaz günlüğüne saklayacağı türden. Ama film, tüm bu romantik tınıların arasında asıl olarak Elliot’ın kendiyle kurduğu ilişkiyi merkeze alıyor.
Bu çok önemli bir ayrım. Çünkü film, bize sadece bir "olacak mı, olmayacak mı?" hikâyesi sunmuyor. Elliot’ın duyduğu o uyarıyı nasıl yorumladığı, kalbine rağmen mantığını nasıl kullandığı, arada kalmanın nasıl dayanılmaz bir şey olduğu üzerinden güçlü bir karakter izlenimi yaratabilmiş. Senaryonun başarısı, bu ikilemi dramatize etmekte değil; onu hayattaki gibi sade ve karmaşık bırakmasında.

Mantar mı büyülü?
Elliot’ın iki en yakın arkadaşı, onun karar alma süreçlerinde büyük rol oynuyor. Bu üçlü arasındaki dinamik hem çok eğlenceli hem de gerçekçiliği destekleyen bir unsur. Zaman yolculuğu gibi bir fikrin çevresinde dönen bir filmde, karakterlerin bu kadar canlı ve bu kadar inandırıcı olması hiç kolay değil. Ama burada başarıyla sağlanmış. Çünkü gecenin bir yarısı kamp yapmaya çalışan üç genç kız, tükettikleri bir çeşit mantar yüzünden kafayı bulduklarını zannediyorlar ve Elliot da yaşlı haliyle bu şekilde iletişim kurduğunu düşünüyor. Ama film bize bunun cevabını hiçbir zaman gerçekten vermiyor, belki de kendi yaşlı halimize ulaşmaya çalışmamamız içindir, kim bilir...
My Old Ass, sadece bir buçuk saatte hem yazın sıcağını hem gençliğin kafa karışıklığını hem de duygusal bir uyanışı anlatan bir film. Hiçbir sahne gereksiz değil, hiçbir an aceleye gelmiyor. Bu da filmin ritmini çok etkileyici kılmış. Bir yazlık film gibi başlayıp yavaş yavaş içsel bir dramaya dönüşen bu yapımın temposu oldukça dengeli. Dolayısıyla hiçbir sahnesinde izleyicisini sıkmıyor.

Sinematografi, mevsimi içimize işletiyor
Göl kenarındaki o küçük, ışıltılı, hafif kasvetli doğa; Elliot’ın duygularının bir yansıması gibi. Renkler, ışık kullanımı, kadrajlar… Bunların hiçbiri abartılı ya da gösterişli değil; her biri anlatıya hizmet ediyor. Zaten film boyunca hissedilen o hafif hüzünlü sıcaklık, görselle duygunun birleşiminden doğmuş gibi.
Bir karakteri seyrederken onunla empati kurmak başka, onu yaşadığını hissetmek başka. Stella, Elliot’ın kararsızlığını, korkularını ve içten içe patlayan o bastırılmış duygularını öyle nazikçe ve ölçülü veriyor ki, gözünüzü ayırmak istemiyorsunuz. Aynı şekilde Plaza da karakterin merak ettiğimiz yönlerini, uyarısını yaptığı mevzunun derinliklerini öyle güzel sansürlüyor ki, gelişmiş davranış biçimleriyle Elliot'ın gerçekten yirmi sene sonraki hali olduğuna inandırıyor bizi.

Hem gençlik filmi, hem değil
Eğlenceli olmakla duygusal derinliği aynı potada eritebilen bu tür örnekler çok çok az. My Old Ass ne kendini fazla ciddiye alıyor, ne de hafife alınmasına izin veriyor. İçinde "keşke"ler, "ya olursa"lar ve "ya olmazsa"lar var; tam da gerçek gençlik gibi. Ve en güzeli, Elliot’ın hikâyesi bittiğinde seyirciye sadece tatsız olaylarla bezeli tatlı bir yaz masalı bırakmıyor, kendine dönüp "ben olsam ne yapardım?" dedirtiyor.
İzledikten sonra birkaç sahne zihninizde dönüp duracak, birkaç cümle içinizi kemirecek. My Old Ass, duygularına hâkim olmaya çalışırken aslında onlara en çok teslim olan herkese yazılmış bir film gibi. Kısacası, yazın ortasında izleyip kalbinizin bir köşesine iliştirmek isteyeceğiniz ve hiçbir zaman unutmak istemeyeceğiniz türden.
Yorumlar