Hollywood’un eski kurallarına göre, beyaz perde ile televizyon ekranı arasında kalın bir çizgi vardı. Sinema oyuncuları sadece büyük projelerde yer alır, televizyona geçmek adeta bir kariyer düşüşü olarak görülürdü. Örneğin, 1955 yapımı Marty filmiyle "En İyi Erkek Oyuncu" Oscar’ını kazanan Ernest Borgnine’in, 1984 yılında CBS dizisi Airwolf’ta yardımcı bir rolle televizyona adım atması, dönem için şaşırtıcı bir gelişmeydi.
Ancak günümüzde bu çizgi neredeyse tamamen silinmiş durumda. Artık televizyon, sinemaya kıyasla daha "aşağı" bir mecra olarak görülmüyor. Hatta bazı diziler; Game of Thrones, Fargo gibi, hem sanatsal hem de ticari anlamda birçok sinema filminden çok daha prestijli ve kârlı projeler haline geldi.
Günümüzde Chris Pratt, Jennifer Aniston gibi isimler televizyon çıkışlı olmalarına rağmen gişe rekortmeni filmlerde başrolleri üstleniyor. Diğer yandan, beyaz perdede ün kazanan birçok yıldız da televizyona geçiş yaparak kariyerlerine yeni bir boyut katıyor. İşte, Oscar’lık performanslarıyla televizyon ekranlarında iz bırakmış 10 büyük sinema yıldızı:
10. Jude Law - The Young Pope

2000’li yılların başında Jude Law, Hollywood’un en gözde isimlerinden biriydi. A.I.: Artificial Intelligence, Sky Captain and the World of Tomorrow ve Road to Perdition gibi büyük yapımlarda başrolde yer alarak, kısa sürede gişe için güvenli bir isim haline gelmişti. Öyle ki, o dönem kendisine önerilen Superman rolünü sadece kostümünü beğenmediği için reddedebilecek kadar güçlü bir konumdaydı.
Ancak Jude Law’ın kariyeri, tipik bir "yıldız oyuncu" yolculuğundan çok daha ilginç bir evrim geçirdi. Zamanla karakter oyunculuğuna yöneldi; Sherlock Holmes serisinde Robert Downey Jr.’ın sadık yardımcısı Dr. Watson olarak geniş kitlelere hitap ederken, bir yandan da sanat sinemasının ve prestijli televizyon projelerinin vazgeçilmez yüzlerinden biri haline geldi.
Bu dönüşümün en çarpıcı örneği ise, HBO dizisi The Young Pope oldu. Law, dizide zincirleme sigara içen, duygusal olarak karmaşık ve zaman zaman tehditkâr bir figür olan Papa Lenny Belardo’ya hayat verdi. Bu karakter, klasik "iyi" ya da "kötü" kutuplarının çok ötesinde, varoluşsal bir derinlikle yazılmıştı ve Jude Law, bu rolüyle hem şaşırttı hem de fazlasıyla büyüledi.
9. Sam Rockwell - Fosse/Verdon

Kariyeri boyunca çekicilikle sınırları zorlayan ve agresif tarzıyla performansını şekillendiren Sam Rockwell, Hollywood’un en özel metot oyuncularından biri olmayı başardı. Iron Man 2’daki uçuk Justin Hammer’dan, Three Billboards Outside Ebbing, Missouri'deki öfke dolu polis memuruna, Jojo Rabbit'teki trajikomik Nazi subayından, Galaxy Quest’in komik yan karakterine kadar uzanan geniş bir yelpazede hep kendine özgü bir dokunuş sundu.
Ancak Rockwell’in TV ekranlarındaki ilk büyük başrolü, 2019 yapımı FX dizisi Fosse/Verdon ile geldi. Dizide, efsanevi tiyatro yönetmeni ve koreograf Bob Fosse’u canlandıran Rockwell, hem fiziksel hem de psikolojik olarak son derece yoğun bir performans sergiledi. Fosse, sahne arkasındaki dehasının yanında manipülatif, kırılgan, sert ve zaman zaman yıkıcı bir figür olarak resmediliyordu ve Rockwell bu karmaşıklığı ustalıkla ekrana taşıdı.
8. Robin Wright - House of Cards

Başlangıçta Robin Wright, House of Cards dizisinde başrolde yer almak üzere seçilmemişti. Netflix’in, aynı adlı romandan ve BBC mini dizisinden uyarladığı bu politik entrika dizisinde Wright, baş karakter Frank Underwood’un eşi Claire Underwood rolünde kamera karşısına geçti. En başta Claire, Frank’in kamera karşısı monologlarıyla yön verdiği hikâyede destekleyici bir karakter olarak yazılmıştı. Ancak Robin Wright’ın her sahnede çizdiği soğukkanlı, zeki ve derinlemesine kontrol sahibi kadın portresi, karakterin etkisini kısa sürede büyüttü.
Ve sonra dizi, dramatik bir dönüm noktasına geldi. Frank Underwood’u canlandıran Kevin Spacey’nin ciddi hukuki suçlamalar nedeniyle diziden çıkarılmasıyla, House of Cards kendini köklü bir değişimin içinde buldu. Yapımcılar, diziyi kurtarmak adına Claire Underwood’u başrole taşıdı ve onu Amerika Birleşik Devletleri’nin başkanı konumuna getiren karmaşık bir senaryo kurguladı. Bu değişim, dizinin son sezonuna farklı tepkiler getirse de, Robin Wright’ın performansı tek başına bir oyunculuk dersi niteliğindeydi.
7. Henry Cavill - The Witcher

Bazı yıldızlar kariyerlerinde kesintisiz bir yükseliş yaşarken, bazıları ise zaman zaman tökezleyerek yeniden doğar. Henry Cavill kesinlikle ikinci gruba giriyor. Britanyalı aktör, dünya çapında tanınan bir isim hâline Zack Snyder’ın Man of Steel filmindeki Superman rolüyle geldi. Ancak DC Evreni’nin çalkantılı yapısı, özellikle Justice League’in sorunlu yapım süreci ve vasat gişe performansı sonrası Cavill’in kariyerinde istikrar sağlamakta zorlandığı bir dönem başladı. Aynı şekilde, Guy Ritchie imzalı The Man from U.N.C.L.E. ile yeni bir aksiyon serisi başlatma planı da beklentilerin altında kaldı.
İşte tam bu noktada, televizyon Cavill için stratejik bir sıçrama tahtası hâline geldi. Netflix’in büyük bütçeli dizisi The Witcher’da başrolü, yani Rivyalı Geralt karakterini canlandırma arzusu, Cavill’in yalnızca oyuncu olarak değil, bir hayran olarak da tutkularını yansıttı. Öyle ki, kendi ifadesine göre bu rol için şirketi defalarca arayarak baskı yapmış, bir toplantı ayarlanana kadar pes etmemişti.
6. Emma Stone - Maniac

Oscar ödüllü yıldız Emma Stone, televizyon dünyasına adım attığında sıradan bir projeyi seçmek niyetinde değildi. Netflix yapımı Maniac, yalnızca türler arası geçiş yapan deneysel yapısıyla değil, aynı zamanda oyuncularına sunduğu oyunculuk sınırlarını zorlama fırsatıyla da dikkat çekiyordu. Stone, dizide Anne Landsberg adlı, kişilik bozukluğu ile mücadele eden genç bir kadını canlandırdı. Karakter, hayatındaki karmaşayı çözebilmek adına deneysel bir ilaç tedavisine gönüllü olur ve kendisini bilinçaltı fantezilerin hüküm sürdüğü bir zihinsel yolculuğun tam ortasında bulur.
Dizideki bir diğer ana karakter de Jonah Hill’in canlandırdığı Owen Milgrim. Ancak Maniac’ın asıl fark yarattığı nokta, iki karakterin tedavi süreci boyunca paylaştıkları hayal dünyalarının her bölümde farklı bir tema, dönem, hatta tür taşıması. Stone, bu süreçte hem kişilik hem de tür anlamında sürekli şekil değiştirerek; aksiyon kahramanından 1940’ların film noir femme fatale’ine, fantastik bir elf karakterinden günümüz sokak kadınına kadar sayısız karakteri ustalıkla canlandırdı. Her biri farklı bir aksan, fiziksel dil ve ruh hali gerektiren bu roller, Stone’un ne denli esnek ve yetenekli bir oyuncu olduğunu bir kez daha ispatlar nitelikle.
5. Amy Adams - Sharp Objects

Günümüzde sinema yıldızlarının televizyona yönelmesinin arkasında farklı motivasyonlar olabilir: Kariyere taze bir soluk getirmek, prestijli ödülleri kovalamak ya da yalnızca daha önce yapılmamış bir şeyi yapma arzusu. Ancak bir gerçek var ki; büyük isimlerin televizyon ekranına adım attığında, ödül sezonları da onları dikkatle izler.
Tam da bu denklemde yerini alan isimlerden biri, altı Oscar adaylığı bulunan yıldız oyuncu Amy Adams oldu. HBO’nun psikolojik gerilim türündeki mini dizisi Sharp Objects, Adams’ın televizyona attığı ilk büyük adımdı. Dizide canlandırdığı Camille Preaker, hem işlevsiz bir aileden gelen hem de kendi travmalarıyla boğuşan, derin yaralarla dolu bir suç muhabiriydi. Camille’nin iç dünyası o kadar karanlık ve kırılgandı ki, Adams’ın performansı yalnızca bir oyunculuk değil, adeta bir karakter analizi dersiydi.
Sharp Objects, yüzeyde bir cinayet soruşturmasını konu alıyor gibi görünse de, özünde karakterlerinin içsel acıları ve bastırılmış travmalarıyla ilgilenen bir yapımdı. Amy Adams bu karmaşık ruh hâlini, abartıdan uzak ama etkileyici bir şekilde perdeye taşıdı. İzleyiciye hem empati kurdurdu hem de rahatsızlık verdi, tıpkı iyi bir psikolojik gerilimde olması gerektiği gibi.
4. Ed Harris - Westworld

Bazı oyuncular vardır ki, adları bile bir yapımı izlemek için yeterlidir. Ed Harris de tam anlamıyla o kalibrede bir isim. Dört kez Oscar’a aday gösterilmiş olan usta aktör, HBO’nun cesur bilim kurgu dizisi Westworld’de başrolü üstlendiğinde, hem dizinin tonu hem de beklentiler bir anda bambaşka bir seviyeye yükseldi. Üstelik bu rol, 1973 tarihli orijinal filmde Yul Brynner tarafından canlandırılan ikonik Siyahlı Adam tanımının modern bir yorumu olacaktı.
Harris’in canlandırdığı karakter William, ya da dizideki adıyla Man in Black, yalnızca bir düşman değil, aynı zamanda dizinin felsefi omurgasının merkezindeki figürlerden biri. Sadistik, manipülatif, şiddete meyilli ve derin bir iç çatışmayla yoğrulmuş bir karakter. Tüm bu karanlık yönlere rağmen, Harris’in performansında öyle bir kontrol var ki, Man in Black izleyici için hem itici hem de büyüleyici hale geliyor.
3. Tom Hardy - Taboo ve Peaky Blinders

Tom Hardy, oyunculuk kariyerini hiçbir zaman güvenli sularda yüzerek inşa etmedi. Hollywood’un en tuhaf anti-kahramanlarından biri olan Venom’a getirdiği ilgi çekici yorumdan, The Dark Knight Rises’ta neredeyse anlaşılmaz aksanıyla canlandırdığı Bane karakterine kadar, Hardy her zaman risk almayı seçti. Mad Max: Fury Road’da ise sessiz kalmayı tercih ederek başrolü Charlize Theron’un Furiosa'sına bırakması, onun yıldızlık tanımına farklı bir boyut kattı.
Bu kadar cesur bir oyuncunun televizyona adım atması elbette şaşırtıcı değil. Üstelik bir değil, iki farklı dönem dizisiyle: Peaky Blinders ve Taboo. İkisi de karanlık, suç dolu, atmosferi yoğun yapımlar. Ortak noktaları sadece Hardy değil; aynı zamanda dizilerin yaratıcılarından biri olan Steven Knight, İngiliz televizyonunun en güçlü kalemlerinden biri olarak biliniyor.
Özellikle Taboo, Hardy için daha da kişisel bir proje. Dizi, Hardy’nin yalnızca başrolünü üstlendiği bir yapım değil, aynı zamanda ortaya çıkmasında bizzat katkı sağladığı bir iş. Üstelik dizinin ortak yaratıcısı, kendi babası Chips Hardy. Bu bir jest değil, tam anlamıyla yaratıcı bir ortaklık. Chips Hardy de ayrıca başarılı bir oyun yazarı, senarist ve roman yazarı olmasının yanı sıra, British Comedy Award sahibi bir isim.
2. Billy Bob Thornton - Fargo

Bir sinema klasiğini televizyona uyarlamak her zaman cesur bir girişimdir. Hele ki söz konusu yapım, Coen Kardeşler’in imzasını taşıyan, kara mizahın ve Amerikan taşrasının en ikonik anlatılarından biri olan Fargo ise… FX’in aynı isimli yapımını hayata geçiren Noah Hawley, bu büyük mirasa sadık kalırken yeni bir soluk getirmek istiyorsa, merkezine ağırlığı olan bir oyuncuyu koymak zorundaydı. Ve o ağırlığın adı da Billy Bob Thornton'dı.
Kara mizah deyince sinemaseverlerin aklına ilk gelen isimlerden olan Thornton, daha önce Bad Santa ve A Simple Plan gibi yapımlarla bu türdeki ustalığını kanıtlamıştı. Fargo dizisinde ise tüm bu geçmişini, buz gibi Minnesota atmosferinde kayıtsızca cinayet işleyen Lorne Malvo karakterine taşıdı. Malvo, başlı başına bir felaket gibi ekranı kasıp kavuruyor; bir şehirdeki tüm düzeni, neredeyse fısıltı tonunda konuşarak, kaosa sürüklüyordu.
Thornton’un performansı adeta ölümcül bir sakinlik barındırıyordu. Karakterin hiçbir anı abartıya kaçmazken, içindeki tehdit ve kaos hissi izleyicinin ensesinde bir buz gibi geziniyordu. Bu denli kontrollü, incelikli ve ürpertici bir kötülük portresi, yalnızca oyunculuk yeteneğiyle değil; karaktere inanmakla mümkün olurdu ve Thornton da tam olarak bunu yaptı.
1. Matthew McConaughey - True Detective

2010’ların başına kadar Matthew McConaughey, romantik komedilerde karizmatik ama derinliksiz karakterleriyle tanınan, güneyli aksanı ve rahat tavırlarıyla özdeşleşmiş bir oyuncuydu. Hollywood’da "güzel yüz" kategorisine hapsolmuştu. Ancak 2014 yılında HBO’da yayınlanan True Detective’in ilk sezonuyla birlikte bu algı kökten değişti, ve sinema tarihine "McConaissance" olarak geçecek bir dönem başladı.
McConaughey’nin canlandırdığı Dedektif Rustin "Rust" Cohle, televizyonun gördüğü en karmaşık, en karanlık ve en felsefi karakterlerden biri olarak öne çıktı. Louisiana’nın boğucu atmosferinde, geçmişi travmalarla dolu, varoluşsal sorgulamalarla örülü bu dedektif; hem suçluların peşinde hem de kendi iç dünyasında bir arayıştaydı. McConaughey’nin performansı ise bu karakterin içsel çöküşünü, entelektüel derinliğini ve duygusal kırılganlığını öylesine incelikle yansıtıyordu ki, bir televizyon dizisinin sınırları adeta ortadan kalktı.
True Detective yalnızca bir polisiye değildi, aynı zamanda bir karakter incelemesi, bir psikolojik roman ve bir varoluşçu anlatıydı. Dizideki partneri Martin Hart'ı canlandıran Woody Harrelson ile arasındaki zıtlık ve kimya, McConaughey’nin performansını daha da parlatan bir zemin sundu. Cohle’un zamanlar arasında gidip gelen anlatımı, yaşam ve ölüm üzerine yaptığı ağır felsefi monologlar, izleyiciye unutulmaz sahneler bıraktı.
*Liste, 28 Eylül 2025 tarihindeki güncel sıralama doğrultusunda hazırlanmıştır.
Kaynak: Ranker
Yorumlar