Filmi izlerken, hissedilen o kabusvari atmosfer daha ilk dakikalardan itibaren insanı sarıyor. Totaliter bir rejimin hüküm sürdüğü, karanlık ve distopik bir Amerika gerçekliğinde konumlanan hikâye, her yıl düzenlenen ürkütücü ve geleneksel bir olay üzerine kurulu: Uzun Yürüyüş.

Bu basit gibi görünen dehşet verici yarışma, yüz genç erkeği bir araya getiriyor. Kural basit, hatta zalimce: Belirli bir hızın altına düşersen veya durursan üç uyarı alıyorsun. Üçüncü uyarının ardından ise ölüm seni bekliyor. Bu bir spor müsabakası değil, aslına bakarsanız doğrudan bir infaz.

Yürüyüş, sadece fiziksel bir dayanıklılık testi olmaktan çok öte. Zaten en büyük başarısı da burada yatıyor. İlerleyen saatler, günler boyunca karakterlerin psikolojik çöküşlerini, anlık dostluklarını ve birbirlerine karşı duydukları o kaçınılmaz rekabeti iliklerine kadar hissettiriyor. Yavaş yavaş eriyen bedenler, halüsinasyonlar ve zihinsel direncin sınırları... Film adeta izleyicinin de o yorgunluğun ve dehşetin bir parçası olmasını istiyor.
Orijinali ile yol ayrımında

Bu noktada filmin kaynağına, yani Stephen King’in aynı adlı romanına değinmek gerek. Bu eser, King'in Richard Bachman takma adıyla yayımladığı ve aslında lise yıllarında yazdığı, bilinen ilk uzun soluklu eseri. Kitabın bu "erken dönem" ruhu, aslında filmdeki o ham ve işlenmemiş acımasızlıkta kendini belli ediyor. Gençliğin o umutsuz, isyankar ve aynı zamanda her an kırılacak gibi duran tavrı her anda kendini hissettiriyor.
Kitabın orijinali, King'in distopya anlatıları arasında en çıplak, en felsefi olanlardan biri olarak kabul ediliyor. Gerekli gereksiz hiçbir detaya girmeden, sadece o yolda, o anın içinde kalmayı başaran nadir bir eser. Film de bu minimalizmi yakalamaya çalışmış; yolun kendisinden ve o yol arkadaşlıklarından başka hiçbir şeye odaklanmak istemiyor. Bu sadelik bazen izleyici için yorucu olsa da, hikâyenin ağırlığının omuzlarda taşınmasını sağlıyor. Dolayısıyla bu noktada yönetmen Francis Lawrence'ın başarılı bir karar verdiği söylenebilir.

Fakat filmin finaline geldiğimizde büyük bir ayrıma düşüyoruz. Uyarlama eserler, eser miktarda farklılık içerir, hatta bu değişimler çok yerinde olabilir. Fakat The Long Walk fazlasıyla cesur bir tavırla direkt olarak hikâyenin finalini değiştiriyor. Bariz gibi görünen gerçek; hem kitap okurları hem de tahminlerde bulunmayı seven izleyiciyi ters köşe yaparak değişiyor. Eleştirilmesi bir yana, bu kararından ötürü senaristi tebrik etmek gerek diye düşünüyorum.
Yol arkadaşları

Baş karakterimiz Raymond Garraty, bu yürüyüşe neden katıldığı tam olarak açıklanmayan, o distopik evren içerisindeki tipik bir Amerikan genci. Ancak yol boyunca tanıştığı Peter McVries ve Gary Barkovitch gibi karakterlerle kurduğu derin ve anlık bağlar, hikâyenin insani yanını oluşturuyor. Ölümle burun buruna gelirken kurulan bu dostluklar, hayatta kalma mücadelesinin ortasında beliren parlak, ama kısacık umut ışıkları gibi.
Bu gençlerin aralarındaki diyaloglar, yürüdükleri kilometreler kadar önemli. Kimi zaman acımasız, saçma, kimi zaman derin felsefi sorgulamalara dönüşen bu muhabbetler, filmin tekdüze yürüme eylemini kırarak seyirciyi karakterlere bağlıyor. Onlar sadece yarışmacı değil; birer insan, hayatları, hayalleri ve anıları olan gençler.
Büyük bir vicdan muhasebesi

Filmin "izlemesi zor" oluşu, sadece görsel şiddetinden kaynaklı değil. Asıl zorluk, insanın en temel hayatta kalma güdüsünün nasıl bir gösteriye, bir şölene dönüştürüldüğünü görmek. Bu distopik rejim, insan hayatını hiçe sayarak gençlerin çaresizliğini kitlesel bir eğlenceye dönüştürüyor.
The Long Walk, insanı yoran ve ciddi anlamda sorgulama yapmasına neden olan sarsıcı bir iş. Klasik bir "korku" filmi değil belki, ama sunduğu varoluşsal dehşet her türlü hayalet ve canavardan çok daha gerçek, daha kemik sızlatıcı. Tıpkı King'in kariyerinin başlarındaki diğer eserleri gibi, bu da toplumsal eleştirisini bireyin çaresizliği üzerinden yapıyor. İnsan doğasının en dibine iniyor, en korkak anları ve en kahramanca direnişleri yan yana getiriyor.
Karanlıkta parıldayan bir umut

Peki onca acı, yorgunluk ve ölümün ortasında bu film bize ne veriyor? Bence bize, o bitmek bilmeyen yolda bile insanın bağ kurma yeteneğini, iletişime olan derin açlığını ve bu içinden çıkılması imkansız olan umutsuzluk girdabında bile bir el tutma ihtiyacını gösteriyor. Yalnızlığın en ağır bastığı anda, ölümün adım adım yaklaştığı o yolda, direnme azmi bir fener gibi parıldıyor. Her şeyin boşluğa düştüğü, mantığın tükendiği anda bile bir anlam arama çabası, insan ruhunun en inatçı refleksini sunabilmesi çok değerli.
Karakterlerin birbirlerine fısıldadıkları son sözler, paylaştıkları son lokmalar, yorgunluktan çarpıklaşmış yüzlerde beliren o bir anlık tebessümler... Bunlar, o karanlık atmosferin içindeki nadir ve paha biçilmez anlar. Bu dakikalar, sistemin elinden alamadığı tek şeyin, yani insanlığın özünün ta kendisi olarak karşımızda.

Sonuç olarak The Long Walk, sadece bir Stephen King uyarlaması ya da bir distopya filmi değil; varoluşsal bir ağıt, zorlu, yorucu, ama nihayetinde dürüst bir deneyim. İzleyicisini alıp bu çirkin evrenin tozlu yollarına bırakacak, yorgunluktan bacaklarının sızlamasına neden olacak ve "Bu zulüm neden?" sorusunu defalarca sorduracak türden hem de. Ancak macera sona erdiğinde, hissedilen o tuhaf hafifleme ve karakterlerin kaderine duyulan yoğun empati, insana bu yolculuğun izlenmeye değdiğini, o acının insana gerçekten insan olmaya dair en temel, en sarsıcı gerçeği öğrettiğini fark ettiriyor.
Film bittiğinde, yani geriye yarışmayı kazanan tek bir kişi kaldığında ekran kararabilir; fakat bıraktığı düşünceler zihnimizde o uzun yürüyüşlere tam gaz devam ediyor olacak.

Yorumlar