Son yıllarda; gerçek hayatta da sinemada da giderek tekrarlanan "çocukluğumuz berbattı, büyüdük ama hâlâ hasarımızla yaşıyoruz" anlatısı, artık neredeyse bir trend hâline geldi. After the Hunt ise tam bu doygunluğun üzerine, konuyu daha çıplak ve daha süssüz işleyerek dikkat çeken bir film. Filmin en cazip tarafı, travmayı dramatize ederek sömürmek yerine olduğu gibi masaya yatırması. Çoğu yapımın düştüğü drama bataklığına saplanmadan, "insanın kendine söz geçirememesi" gerçeğini büyük bir samimiyetle göstermesi.

Kesinlikle vakit kaybı değil; ama aynı zamanda Guadagnino'dan beklediğimiz kriterleri karşılayacak biçimde büyük laflar eden bir başyapıt olma iddiasında da değil. Seyirciyi bu filmde tutacak olan tek şey, izleyeni ince ince rahatsız etmeyi göze alan o sadelik.

🧑‍🏫
Yazı, After the Hunt'a dair spoiler içermeyecek.

İyi, kötü ve aradaki derin boşluk

Filmde iyi ya da kötüyü ayırt etmek şaşırtıcı derecede zor. Çünkü herkes biraz haklı, biraz yanlış ve fazlasıyla bencil. Bu yönüyle zaten insan psikolojisinin doğasına en uygun anlatımlardan birini kuruyor. Yine de Frederik bu gri kalabalığın arasında iyi niyetiyle parıldayan bir karakter. Merhameti belki insanı biraz fazla rahatsız ediyor ama filmin en "insan" karakteri olarak sadece o ön planda.

Frederik'in şahane gözlemler yapmasına ve gerçeği bilmesine rağmen kimseyi yargılamamayı seçmesi filmin en güçlü davranışı bence. Bilmek ve inanmak arasındaki o hayali çizgide yaşıyor belki ama izlerken gerçekten olgunluğunu takdir ederken buluyorsunuz kendinizi.

Alma'nın kendisine ihaneti

Alma ise bambaşka bir dünyada yaşıyor gibi. Filmin başında "hikayemin başkaları tarafından anlatılmasına izin vermem" diye direten, kendi değerlerine sıkı sıkıya tutunan kadın, finalde tam da eleştirdiği şeyin içerisine düşüyor. Z kuşağının lümpenliğine, göstermelik adalet arayışına ve kolay olanla yetinme konforuna teslim oluyor. Kendi kendine çizdiği sınırların dışına çıkarken aslında değerini yitirişini de gözlemliyoruz karakterimizin.

Bu dönüşüm, filmin acı gerçeklerinden birini de yüzümüze vuruyor. İnsan çoğu zaman ilkelerini değil, konforunu seçer. Alma da tam olarak bunu yapıyor ve çelişkilerinin gölgesinde kayboluyor.

Profesyonellik ve benlik arasında sıkışmak

En güçlü yönlerinden bir diğeri, hikayenin eğitim-öğretim alanında çalışan herkes için çok tanıdık olması. Film, öğretmenliğin mesai dışına taşan yükünü ve insanın profesyonelliğini korumaya çalışırken içindeki benlikle çarpışmasını fazlasıyla gerçekçi bir şekilde ele alıyor. Bu nedenle After the Hunt, sadece bireysel bir trajedi olmaktan çıkıp toplumsal bir gerçeğe işaret edişiyle dikkat çekiyor.

Herkesin başına gelebilecek türden küçük ama sonuçları büyük hatalar, filmde büyük iddialarla değil, sessiz gerçekliklerle gösterilmiş. Guadagnino'nun esintilerini en güçlü biçimde burada seziyoruz zaten; insanın tökezleyişi, çoğu zaman bağırarak değil fısıldayarak gerçekleşiyor.

Irkçılık, cinsiyet ve kusurluluk

Film boyunca ırkçılık, cinsiyet üzerinden kurulan baskılar ve toplumun, özellikle kadınlara yüklediği çirkin yükler, etkili metaforlarla izleyiciyle buluşturulmuş. Yönetmenin bu konudaki soğukkanlılığı da filmde rahatsız edici bir gerçeklik hissi yaratıyor. Seyirci belki çok büyük bir tokat yemiyor belki ama tıpkı Alma'nın film boyunca devam eden sızısı gibi, hikaye de yürümekte fazlasıyla zorlanıyor.

Akademik alanda verilen örnekler, yapılan felsefi göndermeler de tam dozunda. Odisseus hakkında yapılan gözlemler dikkat çekici, hatta alana ilgi duymayan izleyiciyi bile dışarıda bırakmayacak şekilde kullanılmış diyebiliriz. Alma'nın öğrencisiyle yaşadığı tartışma da bu konuya özellikle parmak basıyor.

Sinsi kadınlar ve aptal erkekler, öyle mi?

After the Hunt'da kadınların daha stratejik, daha sinsi ve daha kontrollü; erkeklerin ise daha saf, daha aptal ve daha gerçek gösterildiği açıkça ortada. Bu kimilerine klişe gelebilir ama anlatının içerisinde işleyiş biçimi nedeniyle hiç yapay durmuyor. "Belki de gerçekten böyle" demek biraz ağır olabilir ama, filmin gerçekleri süslemeden söylemesi bu konudaki ihtimali de artırmıyor değil...

Mutluluk, mutsuzluk, neredeyse tüm duyguların sürekli manipüle edilerek yaşandığı bir çağda her duygunun pazarlanabilir hale gelmesi, belki bugün fark edilmeyebilir ama gelecekte ağır bir boşluk yaratacak gibi görünüyor. Film de tam bu noktaya dikkat çekiyor, yapay duygularla kurulan bir hayat, günün sonunda elbet insanın içini kemiren bir tortu bırakır.

Gürültülü bir eşlikçi

Filmin karmakarışık yapısında öne çıkan bir başka detay da müzikleri. Ne yazık ki diğer eksiklikler kadar tolere edebildiğimi söyleyemeyeceğim. Filmin başından itibaren kulak tırmalayan o saat sesi, ansızın gelip giden ritimsiz melodiler, odaklanmamıza engel olan daha sayamayacağım birçok ses... Filmin en ön plana çıkan yönlerinden biri olarak bildiğimiz müziğin bu kadar kötü kullanılması, bilinçli ya da bilinçsiz orasını artık bilemiyorum, gerçekten çok kötü bir tercih. Üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin "bu filmin unutulmayacak yönü nedir?" diye sorsanız, kesinlikle müziklerinin kötülüğü derim.

Ayrıca tınısını, hikayenin işlenişini ve en önemlisi büyük bir skandalı konu edindiği için filmi büyük ölçekte The Social Network'e benzettiğimi söylemem gerek. Her ikisinde de Andrew Garfield'ın yer alması belki bu benzetmede güçlü bir etki ama şöyle bir genel anlamda bakacak olursak; After the Hunt'ın en az onun kadar güçlü işlenebilmesini dilerdim. Ne yazık ki ben beklediğimi bulamadım bu filmde.

Orta noktada

After the Hunt, derdi olan, rahatsızlık uyandırmayı göze alan ve karakterlerini süslemeyen bir film. Bu yönüyle, oyuncu kadrosuyla ve zaten sadece konusuyla izlemeye değer. Ancak büyük bir sinematik etki bırakmıyor; daha ziyade izleyiciden içsel bir yüzleşme talep eden bir yönü var.

Vakit kaybı değil, ama etkisi potansiyelinin tam karşılığı da değil. Film, seyircisini ne tamamen içine alıyor ne de dışarı itiyor. Daha çok insanın kendi karanlık tarafına göz ucuyla baktığı bir pencere desek daha doğru olacak gibi.

Paylaş