Bazen insanın içine sızacak kadar ince ince örülen hikâyelerle rastlaşırız. İzleyicisini ne büyük bütçesiyle ne de görsel ihtişamıyla etkiler; sadece içindeki hakikatiyle bağlamaya niyetlenir. Erin Brockovich de gerçek bir hikâyeden yola çıkan, "kadın başına olmaz" denilen her şeyi tersine çeviren öyküsüyle karşımızda duran bir film. Julia Roberts’ın canlandırdığı Erin, dünyaya kafa tutan bir kadın olarak izleyenin içindeki "belki ben de yapabilirim" duygusunu tetikliyor. Ve film bittikten sonra dahi bu duyguyu sizinle bırakıyor.

⚖️
Yazı, Erin Brockovich'e dair spoiler içermeyecek.

Bir kadın dünyaya kafa tutarsa

Erin üç çocuk annesi, geçimini sağlamakta zorlanan, eğitimini tamamlayamamış bir kadın. Ama hikâyesi "zayıf bir kadının güçlenme hikâyesi" değil. O zaten güçlü, sadece kimsenin bunu fark etmediği bir zamanda, kendine inanmayı bırakmadığı için güçlü. Her sabah makyajını yapıyor, topuklularını giyiyor, cesaretini kuşanıyor ve birilerinin onu hafife almasına izin vermiyor. Film boyunca Erin’in o dik duruşunu izlemek, sanki kendi içindeki gücü yeniden keşfetmek gibi.

Hayat onu, rastlantı gibi görünen bir iş sayesinde hukuk dünyasının tam ortasına fırlatıyor. Bir avukatın yanında sekreter olarak başladığı bu yolda, dosyaların arasında gizli kalmış dev bir çevre felaketini fark ediyor. Diploması yok, ama sezgileri ve adalet duygusu her şeyden daha güçlü. O dakikadan sonra film, bir kadının kişisel mücadelesi olmaktan çıkıp, bir topluluğun hakkını savunan vicdanlı bir insanın öyküsüne dönüşüyor.

Steven Soderbergh’in kamerası, Erin’in hayatını cilalamıyor. Yüzündeki yorgunluğu, evinin içindeki hamamböceklerini, bazen çaresizliğe varan yalnızlığını aynen olduğu gibi gösteriyor. Filmin bu kadar dokunaklı olmasının nedeni de tam olarak bu: Gerçekliği. Her şey doğal, sade, ama bir o kadar da vurucu. Soderbergh, "kahramanlık" anlatısını parlatmadan, hayata en yakın biçimiyle karşımıza koyuyor.

Roberts’ın dönüm noktası

Julia Roberts bu filmde Erin’i tam anlamda yaşatıyor, izlerken bir kurgu içerisinde olduğumuzun farkında bile olmuyoruz. Erin’in öfkesiyle siz de kızıyor, onunla birlikte ağlıyor, birlikte inat ediyorsunuz. Roberts, kariyerinin en etkileyici performansını sergiliyor ve bu rolüyle Oscar heykelini fazlasıyla hak ediyor. Kadınlığı süs olarak değil, direnç olarak yansıtıyor.

Erin’in hikâyesi de yalnızca bir başarı öyküsü değil; sistemin, toplumun ve önyargıların arasında sıkışmış tüm kadınlara yazılmış bir mektup gibi. Kadınlığın sadece bir rol olmadığını, bir varoluş biçimi olduğunu ve bu biçim içerisinde ayakta kalmanın ne kadar güç olduğunu anlatıyor. Güzel ama sadece güzelliğiyle var olmayan, anne ama sadece annelikle tanımlanmayan bir kadın. Onun başarısı, erkeklerin dünyasında kendi yerini açabilme cesaretinden geliyor.

Gerçek olamayacak kadar iyi

Filmde Erin’in komşusu olan George ise, hikâyenin en "masalsı" yanı. Bu kadar destekleyici, anlayışlı, kadının yükünü paylaşan bir erkek… Samanlıktaki bir iğne gibi bulması zor, ya da Hint Kumaşı kadar değerli. Gerçek hayatta ise örneğine neredeyse hiç rastlanmıyor. George, başlı başına bir kadının hayatına giren doğru insanın ne kadar fark yaratabileceğini gösteriyor. Ama aynı zamanda seyirciye şu düşünceyi de bırakıyor:

"Belki de bu kadar mükemmel bir insan sadece filmlerde olur."

Toplumsal eleştirinin kalbi

Erin Brockovich, bir kadının kişisel yolculuğunu anlatırken, dev şirketlerin insan hayatı üzerindeki umursamaz gücüne de sert bir ayna tutuyor. Kirlilik, sömürü, sessizlik… Hepsi birer yan hikâye değil, ana meselenin parçası. Film, büyük laflar etmeden, ders vermeye kalkmadan, sadece "bakın" diyor. Geri kalanını ise sizin vicdanına bırakıyor.

Erin’in hikâyesi de çok önemli bir şeyi kanıtlıyor; imkânsız diye bir şey yok. Sadece daha önce kimsenin denemediği şeyler var. Onun inadı, insanın kendi kaderini değiştirebileceğini gösteriyor. Film ilerledikçe Erin’in öfkesine, cesaretine, umuduna tanık oluyorsunuz ve kendinizi "ben olsam ne yapardım?" diye düşünürken buluyorsunuz. Onun gücü, izleyenin damarlarına da karışıyor sanki.

En etkileyici kısmı ise, bunun bir filmden fazlası olması. Gerçek Erin Brockovich hâlâ yaşıyor ve gerçekten de bu davayı kazanmış bir kadın. Yani bu hikâye, bir senaristin hayal gücünden değil, hayatın ta kendisinden çıkmış. Bu bilgi de filmi izlerken hissettiklerimizi ikiye katlıyor. Çünkü o zaman şunu biliyorsunuz: Bu kadının başardığı her şey, gerçekten olmuş.

Son söz

Erin Brockovich, bir kadının hikâyesi olmanın çok ötesinde, hayata dair bir film. Yalnız kalmanın, düşmenin, kalkmanın ve asla pes etmemenin filmi. İzlerken yüreğini sıkıştırıyor belki, ama sonunda o yorgunluk yerini tarifsiz bir umuda bırakıyor. Çünkü Erin bize şunu söylüyor: "Kendine inandığında, dünya bile seni durduramaz."

Ve bazen, bir kadının direnci bütün bir şehrin kaderini değiştirebilir.

Paylaş