Jonathan Pine’ı ilk kez Kahire sokaklarında görüyoruz. Tom Hiddleston’ın soğukkanlılığıyla hayat bulan bu karakter, yalnızca bir otelin gece müdürü olarak tanıtılıyor. Ve dışarıda bambaşka bir dünya var: 2011’in Mısır’ı, Hüsnü Mübarek’in devrilişi, Arap Baharı’nın tam ortası. Bir yanda halkın öfkesi, diğer yanda otelin şatafatlı lobisi. Pine’ın görevi ise o kaosun ortasında müşterilerin huzurunu korumak; ama o bile devrim ile lüksün birbirine çarptığı bu atmosferde sonsuza kadar tarafsız kalamayacağını biliyor.

Ve işte tam bu noktada Sophie giriyor hayatına. Aure Atika’nın zarif ve gizemli bir şekilde canlandırdığı karakter, dizinin tonunu bir anda değiştiriyor. Sophie’nin varlığı, Pine’ın profesyonelliğini sarsacak bir etki yaratıyor. İkisi arasında paylaşılan sır, yalnızca bir aşk hikâyesi değil; aynı zamanda küresel ölçekte tehlikeli olaylar zincirinin başlangıcına işaret ediyor.

Çünkü Sophie’nin sevgilisi olan Freddie Hamid, dünyayı kana bulayan yasa dışı silah ticaretinin bir parçası. Pine, giderek derinleşen karmaşada bu karanlık ticaretin arkasındaki ismin, Hugh Laurie’nin olağanüstü bir karizma ile canlandırdığı Richard Roper olduğunu öğreniyor ve bu keşif onun hayatında yeni ve geri dönüşü olmayan bir yolun başlangıcı oluyor.
Siyasetin arka planında

The Night Manager sadece bir gerilim dizisi değil, yakın tarihe de dokunan bir hikâye. Arap Baharı’nın getirdiği dalgalar, rejimlerin çöküşü, meydanlardaki çığlıklar… Hepsi arka fonda olabildiğince canlı bir şekilde hissediliyor. Dizi, bize silah ticaretinin sadece bir kurmaca unsur olmadığını, aslında devletlerin ayağının dibinde büyüyen gerçek bir endüstri olduğunu hatırlatıyor. Bu yüzden bir yerden sonra Pine’ın mücadelesi kişisel bir intikam hikâyesi olmaktan çıkıyor ve küresel bir düzenin ahlaki sorgulamasına dönüşüyor.
Burada önemli bir detayı unutmamak gerek, The Night Manager aslında casus romanlarının efsane ismi John le Carré’nin kaleminden çıkma bir eser. 1993 yılında yayımlanan roman, soğuk savaş sonrası dünyanın yeni düzenini, silah tüccarlarının yükselişini ve devletlerin ikiyüzlü ilişkilerini anlatıyor. Dizi, bu metni günümüzle harmanlayarak kendisini siyasi olayların gölgesine konumlandırıyor. Yani hikâyenin kökleri edebiyatın derinliğinde, dalları ise günümüz siyasetinde.
İstanbul’un rolü

Dizi ilerledikçe Orta Doğu'nun seçili şehirleri ve İstanbul devreye giriyor. Asya ve Avrupa'yı bir araya bağlayan bu şehir yalnızca görsel bir arka plan değil, kirli anlaşmaların yapıldığı bir kavşak. İstanbul her zaman olduğu gibi önemli bir köprü ve bu casusluk hikâyesine de hem gizem hem de ağırlık katıyor. İzlerken şehrin sadece tarihi ve estetiğiyle değil, aynı zamanda karanlık cazibesiyle de öne çıktığını hissediyorsunuz. Genellikle rastladığımız Türkiye silüetinden farksız olmakla birlikte kameradaki sarı-sepya tonları, Mısır ve diğer şehirlere oranla biraz daha azaltılmış duruyor. Hazır bu durumdan bahsetmişken değinmeden geçmeyeyim; yabancı bir yapımda şimdiye kadar izlediğim en doğru İstanbul görüntüsü, geçtiğimiz yıl izleyiciyle buluşan The Amateur filminde verilmişti.

Burada casuslar, iş adamları, karaborsa tüccarları yan yana nefes alıyor. Pine’ın intikam yolculuğunda İstanbul yalnızca duraklardan biri, evet. Ama aynı zamanda küresel politik bir oyunun sahnelendiği önemli lokasyonlardan biri olarak da karşımızda.
Jonathan, Thomas, Andrew...

Jonathan Pine karakteri de en az İstanbul kadar ikili bir yapıya sahip. Bir yandan eski bir asker; disiplinli, soğukkanlı. Öte yandan Sophie’nin trajedisiyle sarsılmış, vicdanıyla boğuşan bir adam. Bu ikilik, onu klasik bir kahramandan çok daha inandırıcı ve insani kılıyor. İzlerken, Pine’ın her hamlesinin arkasında yalnızca strateji değil, aynı zamanda kişisel bir hesaplaşma olduğunu görüyorsunuz.
Karşısındaki Richard Roper ise tamamen farklı bir dengede. Laurie’nin performansı, dizinin açık ara en çarpıcı yanı. Bir an ailesine düşkün, şakacı bir iş insanı; diğer an diktatörlere ölüm saçan bir tüccar. İzleyici bir yandan ona hayranlık duyuyor fakat bir yandan da tüyleri diken diken oluyor. Ve Roper’ın bu ikili doğası, diziyi klişe bir "iyi-kötü" çatışmasından kurtarıyor bana kalırsa.

Bu arada dizinin oyuncu kadrosu aynı zamanda Olivia Colman, Elizabeth Debicki, Tom Hollander gibi güçlü isimlerle de destekleniyor. Sadece altı bölüm olması da izlemeyi fazlasıyla kolaylaştırıyor. Bir de güzel bir haber de vereyim, The Night Manager ikinci sezonuyla geri dönecek. (Bir ara...)

Gerçeğin izinde
Dizi boyunca adım attığımız coğrafyalar, Kahire’nin isyan ateşiyle kavrulan sokakları, İsviçre’nin buz gibi dağ zirveleri, Mallorca’nın yakıcı güneşiyle bezeli kıyıları ve İstanbul’un gölgelerle dolu, labirent misali caddeleri yalnızca dekor değil. Her biri karakterlerin iç dünyasının bir yansıması gibi işliyor ve her birinin hikâyede ayrı görevleri var. Bu mekânlar, ruh hâllerini giydirilmiş bir kostüm gibi sarıyor; görsel atmosfer, anlatının politik gerilimini ve kişisel hesaplaşmalarını daha da keskinleştiriyor.

İlk sezonu neredeyse on sene önce izleyiciyle buluşan The Night Manager, basit bir casusluk hikâyesi olmanın çok ötesinde. Edebiyat kökeninden aldığı derinlik, yakın tarihin kaotik arka planıyla birleşiyor ve kişisel intikamın evrensel olaylarla yankı bulduğu nefis bir heyecan sunuyor. Tom Hiddleston’ın zarafetle örülü ama hırslı Pine’ı, Hugh Laurie’nin neredeyse büyüleyici bir cazibeyle işlenmiş kötülüğü ve dolaştığımız her bir dünya şehrinin çevre tasarımının ihtişamı bir araya geldiğinde, ortaya hem sürükleyici hem de insanın zihninde uzun süre yankılanan bir eser çıkıyor. İzlerken yalnızca gerilimi yaşamıyor, tarihin gölgesini ve insan doğasının karanlık yüzünü gerçekten içinizde hissediyorsunuz.

Yorumlar