Haftalardır bu anı bekliyorduk; Manousos Oviedo ve Carol Sturka nihayet aynı karede. Manousos, o efsaneleşmeye aday kendini tanıtma cümlelerini kurduğunda tüylerim diken diken oldu. Aslında çok basit, teknik olarak iddiasız bir sahne; fakat hikâyenin aylardır ilmek ilmek işlenen ilerleyişi ve bu iki karakterin birbirine olan taban tabana zıtlığı, o anı son zamanlar televizyonunun en ilgi çekici sekanslarından biri hâline getirdi.
7. bölümden bu yana bu ikilinin birbirini ilk gördüğündeki tepkilerini, aralarındaki o ilk elektriklenmeyi merak ediyordum. Dizi 10 sezon sürse ve Manousos’un Carol’ın yanına varması yıllar alsa bile, sırf bu buluşma için o yolu yürümeye değerdi.

Temelden radikal olan, "bedava sunulan hizmeti hesaba yazan" Manousos ve konfor alanından, o sahte güvenli limanından pek çıkmak istemeyen Carol, beklediğimiz gibi daha ilk dakikadan kafa kafaya geldiler ve fazlasıyla komik olan bu çatışma gittikçe alevlenen bir hal aldı. Aynı zamanda ambulansın dar hacmine karşılık evin genişliği, "onlar iyi" diyen zayıf umuda karşılık "onlar insan değil" diyen katı gerçekçiliğin birbirine girişini de izledik. Aslında tüm bu "beklenen an", karakterlerin dünyayı kurtarıp kurtaramayacağından çok daha izlenesi bir şey vadediyor bize. Gilligan yine şunu hatırlatıyor: Mesele kıyametin kendisi değil, o kıyametin ortasında el sıkışmak zorunda kalan iki uyumsuz ruhun birbirini nasıl yiyip bitireceği.
İki dünya arasındaki uçurum

Son sahnede amaç olarak bir arada gibi görünseler de, teoride ve uygulamada birkaç kere daha karşı karşıya gelecekleri çok açık. Bu senaryoda karşısındakini alt etmek için hangi adımları atacaklar? Carol o yazar kibriyle Manousos'u kandırmaya çalışacak mı, yoksa Manousos o abartılı dürüstlüğüyle Carol’a zarar vermeyi mi düşünecek? İşte asıl heyecan burada. "Bunlar nasıl besleniyorlar?" ya da "Atom bombasını ne zaman patlatacaklar?" gibi teknik soruların bu karakter gelişimi karşısında hiçbir mahiyeti yok. Olay tamamen kimin hangi duygusal baskı altında ne yapacağıyla ilgili.

İkili arasındaki gerilim, dizinin hem bilim kurgu yanını hem de şimdiye kadar hasret kaldığımız o iletişim kısmını besliyor. Hoş, biri çeyrek İngilizce diğeri de aynı ölçüdeki İspanyolcayla onu da pek beceremiyor ama; bir şekilde Carol, uzaylı medeniyetinin sunduğu o steril düzenden etkilenmeye meyilli bir zayıflık gösterirken; Manousos, hayatını kurtaran doktoru neşterle esir alacak kadar tavizsiz kalmaya devam ediyor. Sezon finali, bu iki zıt kutbun bir araya gelmesinin dünyayı kurtarmak için yeterli olup olmayacağını değil, birbirlerini yok etmeden nasıl hayatta kalacaklarını sorgulatıyor bize.
Perulu kız

Bölümün en dikkat çeken yanı ise şüphesiz açılış sahnesiydi. Perulu küçük kız iradesini kaybettiği, o "kovan zihni" tarafından ele geçirildiği anda anlamsızca gülümsemeye başlıyor. O an bizlere bir kez daha "sınırsız mutluluk çok güzeldir" masalının aslında ne kadar büyük bir yalan olduğunu hatırlatıyor. Gülümseme, çok kötü bir dünyanın kapısını aralayan bir anahtar gibi. Zehri aldığı anda kızın gözlerindeki o parıltı sönüyor ve her şey anlamını yitiriyor; hayvanlar, doğa, müzik, hatta en temel insan ilişkileri bile birer fon gürültüsüne dönüşüyor. İşlem öncesinde kucağına aldığı minik kuzuyu, işlem sonrasında gözü bile görmüyor küçük kızın. Dolayısıyla bu gülümsemenin altında gerçek sevginin kırıntılarını aramak pek mümkün görünmüyor.
Özgür irade yoksa geriye beden hariç hiçbir şeyin kalmadığını o kızcağızın donuk neşesinde izliyoruz. Kovan zihni acıyı yok ederken beraberinde anlamı da silip süpürüyor. Sezon finali, acı çekmenin ve yas tutmanın, insan olmanın en asil parçası olduğunu ve tepkisiz bir mutluluğun ise yaşayan bir ölüden farkı olmadığını bir kez daha hatırlatıyor.
Tatilden kaosa

Ancak Carol’ın bu yolculuktaki duruşu, dizinin en başındaki o keskin ve tavizsiz halinden çok uzakta. Karakterimiz zamanla o sert kabuğunu fazlasıyla yumuşattı. İlk bölümlerdeki ürkek, kindar ve plan yapan hali, uzaylıların çıkarlarına uyum sağlayan yapılarını gördükçe ve en önemlisi Zosia'ya karşı beslediği hisler ortaya çıktıkça kendiliğinden yumuşayıverdi. Karakterimizin en büyük sınavı ise bir gelecek kaygısıyla. Kolektif bilincin, Carol’ın dondurduğu yumurtalarına ulaştığının ve dolaylı yoldan kök hücresine sahip olduğunun ortaya çıkması bütün dengeleri alt üst etti.

Bu noktada onun gerçek yüzünü görmeye başladık diyebiliriz. Tehlike kendi geleceğini, kendi biyolojik devamlılığını kapsamadığı sürece adeta bir tatile çıkıp gününü gün edebiliyordu; ancak kendi mirasının tehdit altında olduğunu öğrendiği an o sahte mutluluğu yarıda bırakıp Manousos'un yanına, yani mücadelenin merkezine döndü. Bu da Carol’ın ahlaki duruşunda ve karakter çizgisinde devasa bir değişim yaşadığı anlamına geliyor.
Özgürlüğün acımtırak tadı

La Chica o el Mundo bize bir seçim sundu; huzurlu bir kölelik mi, yoksa acı dolu bir özgürlük mü? Carol ve Manousos'un mecburi ortaklığı, bu sorunun cevabını arayan bir laboratuvar deneyi gibi. İradenin teslim edildiği o Peru köyünde yankılanan sahte gülümsemeler de dizinin sunduğu en karanlık atmosferlerden biriydi. Gilligan, karakter gelişimini aksiyonun fazlasıyla önüne koydu belki ama bize sezonun en doyurucu bölümünü de izletti.
Kim, hangi durumda, ne yapacak? İşte Pluribus'un tüm başarısı bu soruda gizli. Atom bombaları patlamasa da, karakterlerin içindeki o vicdan patlamaları bizi ekrana kilitlemeye yetiyor. Özgür iradenin olmadığı bir dünyada, en lüks malikanenin bile bir hapishane olduğunu anlayarak kapatıyoruz ilk sezonu. Şimdi ise bu iki uyumsuz ruhun, o sahte gülümsemelere karşı vereceği savaşı bekleme zamanı.

Yorumlar