Bo Burnham ve Hasan Minhaj gibi özellikle yeni nesil komedyenlerle gerek yönetmen gerek yapımcı olarak çalışmış olan Christopher Storer'ın The Bear'ı, biliyorsunuz ki geçtiğimiz yıl yayınlanan ilk sezonuyla fırtınalar estirmişti.
"En İyi Erkek Oyuncu", "En İyi Komedi Dizisi" ve "Yılın Programı" gibi birçok kategoride kazandığı ödüllerle kendini kanıtlayan The Bear'ın, ikinci sezonu için de aynı ölçüde bir başarı beklediğimi, yazıya başlamadan öncesinde belirtmek isterim.
Kadrosunda; Jeremy Allen White, Ebon Moss-Bachrach, Ayo Edebiri, Abby Elliot, Matty Matheson, Molly Gordon, Lionel Boyce ve Liza Colon-Zayas'ın bulunduğu dizi, ikinci sezonuna; Bob Odenkirk, Jon Bernthal, Jamie Lee Curtis, Will Poulter ve Olivia Colman gibi efsane isimleri konuk ediyor.
Carmy'nin abisinin ölümünün arından kapandığı iç dünyası ve sancılı bilinçaltının garipliklerinden sıyrılıp gerçek dünyaya adım atabildiğimiz bu sezonda, Berzattolar'ın karmaşık aile ilişkilerine daha samimi bir bakışla yaklaşıyoruz.
Michael'ın vefatı, Carmy'i psikolojik açıdan büyük bir bataklığa sürüklemiş olsa da onun Chicago'daki sandviç dükkanını devralıp ayakta tutmaya çalışmak, Carmy'i de ayakta tutan en önemli şeylerden biri oldu.
Aile yadigârı bu dükkânı sadece ayağa kaldırmakla kalmadı, hep birlikte büyük bir yenileme sürecine giriştiğimiz, herkesin bir işin ucundan tuttuğu bu sezonda, Beef'in sokak arası bir büfeden, The Bear gibi lüks bir restorana dönüşümüne şahit olduk.
Henüz tadilat halindeki mekânda, çaresiz bir biçimde bir pizza kutusunun üzerine notlar karalayarak planlama yapmaya başlayan Carmy, kız kardeşi Natalie'yi proje yöneticisi olarak işe alıyor. Jimmy Amca ile yaptıkları kredi anlaşmalarının gerektirdiği şartların sıkıştırması, binayla ilgili çıkan yeni sorunlar ve Kuzen Richie'nin tahmin edilemez davranışları derken, kendimizi yine büyük bir kaosun ortasında buluyoruz.
Pasta şefi Marcus'un staj yapmak için Danimarka'ya gittiği bölümde, sezonun en başarılı hikâye anlatımlarından birine şahit olduk. Kaosun fazlasıyla hâkim olduğu restoranda dikkatimizi dağıtan tonla şey olduğu için, efendi kişiliğiyle tanıdığımız Marcus, bu ortamda odaklanabildiğimiz ilk kişi olamıyordu belki ama bu özel bölümle birlikte hem onu gerçekten tanıma fırsatı elde ettik hem de kendi hayatında nelerle başa çıkmaya çalıştığını öğrenmiş olduk.
Tina ve Ebra'nın da aşçılık okuluna gidişi, ekibin diğer üyelerinin de başka yerlere gönderilmesi gibi, biraz konfor alanı dışına çıkartan olaylar, normalde izleyiciyi bütünden koparmak gibi büyük bir risk taşır. Ancak giden karakterler her zamankinden çok daha donanımlı bir biçimde dönüp hikâyeye bağlandığı için, buradaki risk çok başarılı bir avantaja dönüştürülmüş diyebilirim.
Bu konudaki en büyük değişim ise Richie'ye ait.
"Forks", Richie'nin aldığı kararlar sonucunda dibe batan hayatını sorguladığı karakterin derinlerine inmemize izin veren oldukça önemli bir bölümdü.
Huysuzluğu ve kontrolsüzlüğünün önüne geçilebilmesi için, Carmy tarafından gönderildiği bu lüks restoranda sadece çatal düzeltmek zorunda kalan Richie, bu stressiz ve sakin işte kendisiyle bir süre yalnız kalıyor ve önemli kararlar alıyor. Tam olarak buradan sonra ise kendisinde büyük gelişmeler gözlemlemeye başlıyoruz.
Bol kaoslu bir Noel yemeği.
Richie'nin hayatında olanlara hâkim olabilmek ve bu kaotik Berzatto ailesinin geçmişine mercek tutabilmek için, "Fishes" bölümünü izlemek lazım. Günümüzden yıllar öncesinde geçen ve sezonun bence açık ara en iyi bölümü olan "Fishes", yazının en başında belirttiğim önemli konukların yer aldığı, hem konuk hem de hikâye bakımından oldukça tatmin edici bir bölümdü. Carmy ve Richie'nin, hatta Natalie'nin bile sahip olduğu anksiyete, panik ve gerginliğin, nereden geldiğini anlamak, bu film tadındaki ve Succession esintileri taşıyan bölümü izledikten sonra açık bir şekilde anlaşılabiliyor.
Geçmişten çıkıp gelen bir isim, Carmy'nin sosyal yönü başta olmak üzere birçok açıdan gelişmesine yardımcı oluyor. Gerginlikten normal yaşam fonksiyonlarını bile sürdüremez hale gelen şefimiz, çocukluk aşkı Claire ile tekrar bir araya geldikten sonra, uzun yıllardır umursamadığı duygularının hala oralarda bir yerde olduğunun farkına varıyor, ancak varmasaydı daha mı iyi olurdu bilemiyorum.
Hayatında iyi giden bir şeyler olmasına alışkın olmadığı için, en ufak bir mutluluk kırıntısında anlamsız tavırlar sergilemesinin Carmy'nin kendi sorunu olduğunu ve son bölümdeki tartışmalarında Richie'yi kesinlikle haklı bulduğumu söylemek isterim.
Büyük açılışa geldiğimizde, mutfaktaki kaosun artık çok daha kontrol altında tutulabildiğini ve şeflerin ilk sezona oranla çok büyük bir gelişme kaydettiğini açıkça görebiliyoruz. Carmy'nin kendi içerisinde çıktığı duygusal yolculuğu bir yerlere varamasa da ekipçe aylar süren çalışmalar sonucunda ortaya çıkardıkları The Bear, sonunda müşterileriyle buluşabiliyor.
Fark ettiyseniz, şimdiye kadar bahsettiğim şeylerin hiçbiri bu diziyi bir "komedi" şovu haline getiren olaylar değildi. Başına gelenlere, garibanlığına üzüldüğümüz bir ana karakter ve hayatlarında neredeyse hiçbir şeyin yolunda gitmediği yan karakterler var. Ancak hepsinin ortak noktası, bir araya geldikleri zaman ortaya çıkarttıkları o muazzam iş. Tıpkı, bir yemeği ortaya çıkartan olan o muazzam malzemeler gibi. Ve bu insanlar, öyle kilit durumlarda öyle şeylere sebep oluyorlar ki, bazen neye gülüp neye üzüleceğinizi gerçekten şaşırıyorsunuz.
Toparlamak gerekirse, The Bear'ın ikinci sezonu; başarılı senaryosu, sürpriz konukları, değindiği farklı konuları ve yetenekli oyuncularıyla, aldığı övgünün çok daha fazlasını hak ediyor. İzlerken sinir ve stresten bütün hücrelerinizi gerip rahatsız eden ve aynı zamanda garip bir biçimde keyif veren bu yapımın, üçüncü sezon onayını aldığını, yani Berzattolar'ın bir süre daha bizimle birlikte olacağını hatırlatarak yazımı keyifli bir biçimde sonlandırmak istiyorum.
Bu güzel dizinin bizimle paylaşacak daha çok hikâyesi var...
Yorumlar