Zihni bir labirent olarak tanımlarsak eğer, The Father bu labirentin tam ortasına bırakıyor bizi. Anthony Hopkins’in canlandırdığı karakterin gözünden, bunamanın ne demek olduğunu anlamaya çalışıyoruz; ama bu sadece bir anlama çabası değil, yoğun bir empati sınavı aynı zamanda. Eğer hafızanın duvarları çatlarsa; kim olduğumuzu nasıl bilebilir ya da sevdiklerimizle olan bağımızı nasıl ayakta tutabiliriz?
Kafa karışıklığı...
Film, başlarda oldukça sade gibi görünen bir hikâyeyi öylesine katmanlı bir yapıda anlatıyor ki, bir süre sonra "gerçek" kelimesinin anlamını yitirdiğini fark ediyoruz. Hopkins’in hayat verdiği Anthony karakteri, kızıyla olan ilişkisi üzerinden izleyiciyi hem duygusal hem de zihinsel bir girdabın içine çekiyor. Olayların sıralaması, mekânların değişimi, yüzlerin yer değiştirmesi, hepsi bilinçli bir kaosun parçası. Tıpkı, zihni yavaş yavaş yitip giden bir insanı eninde sonunda bekleyen son gibi.

Bu filmde izleyici pasif bir tanık değil, Anthony'yle birlikte unutuyor, karıştırıyor, şaşırıyor. Yönetmen Florian Zeller’in tiyatrodan sinemaya uyarladığı bu anlatı, teknik anlamda ne kadar zekice kurulmuşsa, duygusal anlamda da o kadar derin. Özellikle zaman kavramıyla oynanması, izleyeni kendi zaman algısından şüpheye düşürecek kadar, izlediği şeye bağlayacak kadar güçlü.
Hopkins’e gelecek olursak… Kariyerindeki onca değerli eser bir yana, The Father artık bir yana benim için. Bu sadece bir performans değil, insan ruhunun en savunmasız hâline dair bir iç döküm. Özellikle final sahnesinde kelimelerle anlatılması güç bir çöküş yaşıyoruz. Gözleriyle anlatıyor, boğazına düğümlenen o son cümleyle darmadağın ediyor. Seyirciyi perişan eden şey, bu performansın ne kadar gerçek ve "mümkün" hissettirdiği. Sadece Anthony karakteri değil, Hopkins’in kendi kırılganlığı da sanki o sahnede yüzeye çıkıyor.

Ya ailemiz?
Film, sadece hastalığı değil, hastalıkla birlikte çevredeki insanların nasıl bir dönüşüm yaşadığını da gösteriyor. Kızı rolündeki Olivia Colman da aynı ölçüde etkileyici. Umutla yorgunluk arasında gidip gelen bir sevginin izlerini taşıyor her ifadesinde. İzleyici olarak, bir yandan Anthony için üzülüp, bir yandan da kızına karşı gösterdiği inat ve kafa karışıklığına tanıklık ederken nasıl davranacağımızı bilemiyoruz. Filmin en güçlü taraflarından biri de bu rahatsızlıkla başa çıkmaya çalışan birinin çevresini nasıl bir duruma sürüklediğini anlatış biçimi.

Bunama genellikle istatistiklerle, tıbbi terimlerle açıklanan, konuşulan bir konu. Ama The Father, bu durumu yaşayan bir bireyin gözünden, çok kişisel ve acı verici bir yerden anlatıyor. Ve bunu yaparken ne duygu sömürüsüne başvuruyor ne de ajitasyona. Sadece olanı gösteriyor, tüm karmaşasıyla. Film bittikten sonra insan kendi sevdiklerini, onların hafızasını, kırılganlıklarını ve ihtimalleri düşünmeden edemiyor.
Hafızamız yavaş yavaş silinip giderse, geriye bizden ne kalır?

Çöküş
The Father bence sadece bir film değil; kabul etmesi çok zor olan bir deneyim. İzlerken yoran, düşündüren, zaman zaman nefessiz bırakan ama sonunda bambaşka bir farkındalıkla baş başa bırakan bir anlatı. Hopkins’in bir kez daha Oscar almasına şaşırmamak gerek. Hatta bu ödül bile az kalıyor; çünkü onun bu filmde yaptığını ödüllendirmek için elimizde yeterli bir ölçüt yok. Sadece izlemek ve saygı duymak kalıyor geriye.
Filmin son sahnesi ise bir oyuncunun yapabileceklerinin sınırlarını göstermesi açısından değil, bir insanın en savunmasız hâlini sergilemesi açısından unutulmaz. Anthony'nin bakışı, kelimelerinin üzerine çöken çaresizlik ve sonunda bakıcısına söylediği sözlerle gelen içe çöküşü… O anda sadece bir karakter değil, yaşlılar, kayıplar, terk edilmişlik hissiyle başa çıkmaya çalışan tüm duygular ete kemiğe bürünüyor. İzleyici olarak ağlamamak mümkün değil ve zihnimizin bizi bir gün terk edebileceği gerçeğiyle yüzleşmek... Sanıyorum ki bu konu bir sinema perdesinde bundan daha da etkili anlatılamazdı.

Yorumlar