Anna Karenina, hem görsel estetiği hem de anlatı tercihiyle alışılmış dönem uyarlamalarından kendini ayırıyor; izleyicisini yalnızca bir hikâyenin içine değil, aynı zamanda biçimin kendisine dönüştürmeye çağırıyor.
Anna Karenina, edebiyat tarihinde yalnızca bir aşk hikâyesi olarak değil; bireyin arzuları ile toplumun beklentileri arasında sıkışmış kalmış herkesi simgeleyen önemli bir unsur olarak anılıyor. Tolstoy’un kalemi genellikle karakterlerin içsel çözülüşlerini, ahlaki sorgulamalarını ve insan ruhunun karanlık kıvrımlarını büyük bir psikolojik derinlikle işler. Roman, sadece Anna’nın değil; Levin’in kırsalda sürdürdüğü arayıştan, Karenin’in soğukkanlı teslimiyetine kadar çok katmanlı bir anlatı sunuyor. Ve her bir karakter, zamanın ruhunu sorgulayan birer felsefi tez gibi inşa edilmiş.

Joe Wright’ın uyarlaması, bu derinlik ve incelik bakımından fazlasıyla zengin olan romanı görsel bir şölene dönüştürerek kendi sinemasal kimliğini oluşturmuş. Film, baştan sona bir tiyatro sahnesinde kurgulanmış gibi; perdeler, dekor geçişleri, oyuncuların sahneden sahneye aktığı ritmik hareketler ve koreografik çalışmalar, seyirciye gerçeklikten çok bir oyuna tanıklık ediyormuş hissi veriyor. Bu estetik tercih, filmin en dikkat çekici yönü olmakla birlikte, anlatının duygusal yoğunluğunu kısmen gölgede bırakabilecek kadar da belirgin kullanılmış.
Ben romana başlayıp sonunu getiremeyenlerdenim, özellikle romanın içsel sesine alışkın olan okurlar için bu teatral form, karakterlerin iç dünyalarına temas etmeyi bir tık zorlaştırabilir diye düşünüyorum. Yine de burjuva ve döneminin saygın topluluğunun havasını, kostümler ve dekorlarla daha ne kadar uygun tasvir edebilirler, ya da toplumun ihanetle bezeli şaşırmışlığını daha ne kadar doğru verebilirlerdi bilemiyorum.

Kitaptaki ahlak, özgürlük, annelik, evlilik, toplumsal ikiyüzlülük gibi pek çok önemli tema filmde yalnızca ana karakter üzerinden işleniyor. Yan karakterler ve paralel anlatılar, görsel yoğunluğun ve sürenin sınırlayıcılığı nedeniyle sadeleştirilmiş, hatta kimi yerlerde sembolik işlevlere indirgenmiş. Dolayısıyla Anna ve eşi dışında umursadığımız pek bir karakter de yok. Özellikle Levin karakterinin hikâyesi, romanın ahlaki dengesini temsil etmesine rağmen filmde ikincil bir figüre dönüşmüş, çoğu zaman fazlasıyla arka planda bırakılmış. Bu da Tolstoy’un romanında hissedilen felsefi bütünlüğün sinemasal versiyonda yer yer zayıflamasına neden oluyor.

Tüm bu eleştirel çerçeveye rağmen Anna Karenina, sinema sanatının görsel anlatım gücünü sonuna kadar kullanan, estetik olarak neredeyse kusursuz bir yapım. Pride and Prejudice ve Atonement gibi dönem filmlerinde görmeye alışkın olduğumuz Keira Knightley, Anna karakterine yine tüm zarafetiyle bürünürken, karakterin tüm kırılganlığı ve çaresizliğini sözcüklere ihtiyaç duymayan bir şekilde seyirciye ulaştırıyor.

Evli ve çocuklu genç bir kadının duygularına yenik düşerek kendinden yaşça küçük bir adama hisler beslemeye başlaması, her ne kadar kalbinin sesini dinleyerek duygularının peşinden koşan bir kadın başlığı altında incelenebilecek kadar doğru hissettirse de ne yazık ki hiçbir gerçek, Anna Karenina'nın ailesini ve çocuğunu yok sayarak eşini aldatan bir kadın olmaktan da alıkoyamıyor. Ve filmi izlemeye devam ettikçe, sizi de tıpkı karakter gibi depresif bir ruh hali sarmalıyor.

Aynı şekilde Jude Law, Karenin rolünde kocaman bir sessizliğin içindeki çelişkiyi yansıtıyor. Zor durumda kalan, çokça üzüldüğümüz, her şeye rağmen merhametli kalabilen bir koca rolünde ve fazlasıyla empati yapabildiğimiz bir karaktere hayat veriyor. Bu isimlere kadroda ayrıca Aaron Taylor-Johnson, Alicia Vikander, Matthew Macfadyen, Domhnall Gleeson, Cara Delevingne gibi isimler de eşlik ediyor.

Dario Marianelli’nin müzikleri, hem devrin ruhunu hem de karakterlerin duygusal geçişlerini zarif bir biçimde desteklerken; Jacqueline Durran’ın Oscar ödüllü kostümleri ve Seamus McGarvey’in sinematografisi, filmi adeta yaşayan bir tabloya dönüştürmüş. Senaryo ve uyarlanma kısımlarında teknik hatalara ev sahipliği yapsa da başından sonuna kadar ancak bir hayal ürünü olabilecek derecede güzel olan atmosferinin zarafeti içerisinde kaybolup gidiyorsunuz Anna Karenina’nın.

Nihayetinde Joe Wright’ın bu eseri, bir roman uyarlamasından çok, daha fazlasını vaat eden bir sanat denemesi. Kitaptaki derinliği birebir yakalamasa da, onu yorumlama biçimiyle hafızalarda yer edindiği kesin. Anna Karenina, klasik eserin tam anlamıyla başarılı bir uyarlaması değil belki ama; onun depresif yönlerinin cımbızlanıp biraz da daha şatafatlı bir çevreyle yoğurulmuş hali olarak yorumlanabilir. Edebiyatla sinemanın birbirine temas ettiği, ama hiçbirinin ötekine tam anlamıyla boyun eğmediği bu anlatı, orta yoldan ilerliyor olmanın her zaman çok kötü sonuçlanmayacağını da kanıtlıyor diyelim.

Eğer klasik romanların duygusal derinliğini görsel bir şiirsellikle harmanlayan bir film arıyorsanız, Anna Karenina sizi hem büyüleyecek hem de fazlasıyla karamsar düşünceler içerisinde bırakacak. Edebiyatın ve sinemanın sınırlarını merak edenler için benzersiz bir deneyim; fakat ailesi ve çocuklarıyla pembe panjurlu evinde huzurla yaşayan bir karakter bekleyecek olan optimist izleyicileri de derinden yaralayacak.
Yorumlar