Timothée Chalamet’nin başrolde yer aldığı A Complete Unknown, Bob Dylan’ın 60’ların başındaki yükselişine odaklanan bir film. Aslında her biyografi filminde aradığımız en temel şey, karakterin bir mücadeleden geçmesi, o zorlukla cebelleşmesi ve sonunda başarıya ulaşmasıdır. Bu klasik anlatı şeması, izleyicinin kahramanla bağ kurmasını sağlayacak en olası şeydir. Ancak burada öyle bir yolculuğa tanıklık etmiyoruz. Dylan, New York’a geliyor ve neredeyse birkaç sahne sonra kendini büyük konserlerde, imza attığı anlaşmalarda buluyor. Bu hızlı geçiş, hikâyeyi bir biyografiden çok bir peri masalı havasına sokuyor.

Üstelik film boyunca karşımıza çıkan tek çatışma, Dylan’ın yeni müzik anlayışını dinleyicilere kabul ettirme çabası. Konserlerinde yeni şarkılarını paylaşmak isterken seyircilerin ısrarla eski parçalarını talep etmesi ve hatta yuhalaması, filmin tek gerçek mücadelesi gibi görünüyor. Böylesine büyük bir ismin hayatını anlatırken bu kadar sınırlı bir krizle yetinilmesi, filmin en büyük zaafı gibi. Gelin bakalım bu bilinmezliğin içerisinde daha neler bizi bekliyor...
Beklentinin dışında çerçevelenen bir Bob sureti

Öte yandan filmi bir belgesel gibi okumaya çalıştığımızda işler biraz daha farklı görünüyor. Zira Mangold, Dylan’ın hayatının tamamını değil, belirli bir zaman aralığını anlatmayı tercih etmiş. Kitap uyarlamasına yaslanan senaryo, bu dönemin sancılarını ve Bob’un dönüşümünü odak noktasına alıyor. Bu açıdan bakıldığında film güçlü bir belgesel tadında. Ama bu, filmi bitirdikten sonra sizi doyurmaya yetiyor mu, orası tartışmalı.
Dylan’ın göz önündeki kişiliği ile özel benliği arasındaki ikiliği Chalamet’nin performansında net biçimde görmek mümkün. Yüzündeki umursamazlık ile utangaçlık arasındaki o ince çizgiyi, seyircinin kolayca yakalamasını sağlıyor. Ün öncesi Dylan ile sonrasında sahneleri domine eden Dylan arasında neredeyse iki farklı karakter varmış gibi bir dönüşüm yaratmış. İşte bu nedenle genç aktörün performansının Oscar adaylığı getirmesi hiç sürpriz değil.
Chalamet'nin gövde gösterisi

Timothée Chalamet’yi kariyerinin en başından beri takip eden bir izleyici olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim; oyuncu her seferinde çıtayı biraz daha yukarı çıkarıyor. Kostümleri, jestleri ve makyaj dokunuşlarıyla Dylan’a benzetilmesi ciddi bir emek, fakat bunun yanında mimikleri, ses tonu ve sadece birkaç minik rötuşla kendini tamamen Dylan’a dönüştürmesi aktörün kendi başarısı. Üstelik karakterin o dönemki ruh hâlini izleyiciye doğrudan geçirebiliyor. Dylan’ın mahcup, içe kapanık hâllerinden sahnedeki özgüvenine kadar tüm katmanlarıyla canlandırması, açıkça filme en çok değer katan unsur.
Ama ne kadar güçlü bir oyunculuk olursa olsun, senaryonun çizdiği yüzeysel yolculuk Chalamet’nin bu emeğini biraz gölgede bırakıyor. Onun o büyülü performansı daha derin bir hikâyeyi hak ediyordu diye düşünüyorum. Sanki oyunculuk, filmin sınırlarını zorlamaya çalışıyor ama anlatının dar çerçevesi buna izin vermiyor gibi.
Norton ve diğerleri

Filmin kadrosunda Monica Barbaro, Elle Fanning, Boyd Holbrook ve Edward Norton’ı görmek de seyir zevkini artıran unsurlardan. Uzun zaman sonra Norton'ı böyle bir işte izlemek gerçekten değerli. Varlığı, filme ağırlık katıyor ama yine de karakterlerin işlenişinde bir derinlik eksikliği hissediliyor. Bu yalnızca Norton için değil, yan karakterlerin çoğu için geçerli. Dylan’ın çevresindeki Joan Baez, Pete Seeger ve Woody Guthrie gibi isimler, yüzeysel bırakılmış fakat yine de dönemin hayranları için çok fazla malzeme sunmaya çalışan bir film de var karşımızda.

Her şeye rağmen müzik dünyasının ikonlarıyla karşılaşmak heyecan verici. Johnny Cash gibi bir ismin filme dâhil edilmesi, dönemi hatırlatan keyifli anlardan. Ne kadar doğru yansıtıldığı tartışılır, ama o dönemin havasını tatmak isteyenler için hoş bir detay. Özellikle rock’n’roll’a, 60’lar ve 70’ler müziğine gönül verenler için bu film, nostaljik bir yolculuk fırsatı sunuyor. Hatta kendinize "Bu döneme dair neden daha çok şey bilmiyorum?" dedirtiyor.
Ayrıca oyuncular arasında yer alan Will Harrison’ı gözüm bir yerden ısırıyor diyordum, meğerse dönemin müziğine yakın olan fakat bu sefer farazi bir ekibi konu alan Daisy Jones and the Six dizisinde izlemişim. Uzun zaman oldu ama hala aynı şiddetle öneriyorum, pişman olmazsınız.

Biyografi mi, belgesel mi?

Burada şu soruyu sormak kaçınılmaz: A Complete Unknown gerçekten bir biyografi filmi mi? Yoksa belgesel tadında işlenen bir başarı hikâyesi mi? Bana kalırsa ikinciye daha yakın. Çünkü bir biyografi filminden beklediğimiz şey, başından sonuna bir yaşam yolculuğuna tanıklık etmek. Ya da çok büyük bir olayın öncesini ve sonrasını derinliklerine kadar öğrenmektir. Oysa burada seçilmiş bir kesit üzerinden ilerleyen, belgeselvari bir anlatı var. Bu yüzden film, Dylan’ın tüm hayatına dair bir portre çizmekten ziyade, onun bir dönemini fotoğraf karesi gibi dondurup önümüze getiriyor.
Bu seçim bazı izleyiciler için tatmin edici olabilir, ama özellikle biyografi sevenler için bir eksiklik duygusu yaratır. "Sadece bu kadar mıydı?" sorusu akıllarda kalabiliyor. Çünkü Dylan’ın yolculuğu, filmin anlattığından çok daha çetin, çok daha sancılı.
Dylan’a uzanmak

Bob Dylan yalnızca bir müzisyen değil, aynı zamanda bir dönemin ruhunu şekillendiren büyük bir ikon. Protest şarkılarıyla, folk’tan rock’a geçişiyle, müziği bir toplumsal hareketin sesi hâline getirmesiyle hafızalara kazınan bir yetenek. Bu yüzden onun hikâyesi, herhangi bir sanatçının değil, bir çağın portresi aslında. Film işte bu noktada yeterince cesur davranmıyor. Dylan’ın döneme getirdiği devrimsel tavır, filmde yalnızca birkaç sahneye sıkıştırılmış. Aynı şekilde Joan’un da öyle.
Yine de tüm eksiklerine rağmen film, dönemin atmosferini izleyiciye hissettirmeyi başarıyor. Sigara dumanları, boğuk renk paleti, kalabalık kulüpler, sahnelerde yankılanan gitar tınıları… Bunlar, filmi izlerken sizi bir şekilde içine çekiyor. Özellikle müzikle arası iyi olanlar için film, görsel bir arşiv görevi görüyor.
Nihayetinde

Özetle A Complete Unknown, güçlü oyunculuk performansları ve nostaljik atmosferiyle parlayan ama anlatısal olarak eksik kalan bir film. Timothée Chalamet, Dylan’ı neredeyse iki farklı kişiymiş gibi canlandırarak kariyerinin en başarılı işlerinden birine imza atıyor. Fakat senaryo, biyografi filmi olmanın gerektirdiği mücadeleyi vermekten uzak.
Bunu sanki bir masalmış gibi izleyip keyif alabilirsiniz. Bunu bir belgesel kesiti gibi izleyip dönemin ruhuna tanıklık ettiğinizi düşünebilirsiniz. Ama samimi olmak gerekirse, eğer Dylan’ın çetin yolculuğunu tüm katlarıyla görmek istiyorsanız, film size muhtemelen birkaç katman eksik gelecek.
Yorumlar