Prime Video’nun son dönem romantik dram hamlelerinden biri olan The Map That Leads To You, J. P. Monninger’ın aynı adlı kitabından uyarlanmış. Başrollerinde Madelyn Cline ve K. J. Apa’nın yer aldığı film, Avrupa sokaklarının büyülü fonunu kullanarak iki gencin beklenmedik karşılaşmasını anlatıyor.
Hikâye Heather’ın arkadaş grubuyla çıktığı tatille başlıyor. Planlı, disiplinli ve her ayrıntıyı düşünerek hareket eden karakterimiz, seyahatin her dakikasını organize etmiş. Onun tam zıttı olarak Jack, spontane kararları ve hayatı fazla ciddiye almayan tavırlarıyla sahneye giriyor. İkilinin ilk karşılaşması bir tren yolculuğunda gerçekleşiyor ve Hemingway üzerine yaptıkları sohbet, aslında aralarındaki kıvılcımın ilk habercisi oluyor.

Kitaptan perdeye
Monninger’ın romanını okumuş olanlar filmde bazı kayıplar olduğunu öne sürüyor. Kitabın daha lirik, uzun uzun betimlemelere yaslanan dili sinemada kısaltılmış. Jack’in dedesinin günlüğüne bağlı yolculuğu kitapta çok daha güçlü bir sembolik anlam taşırken, söylenenlere göre filmde bu biraz yüzeysel işlenmiş. Ancak bu hafifletme sayesinde hikâye, ekran karşısında fazla ağırlaşmadan akıcı kalıyor. Yönetmen, seyirciyi kaybetmemek için romantizmi öne çıkarmayı tercih etmiş diyebiliriz.
Tanıdık izler

Filmi izlerken bazı sahneler fazlasıyla tanıdık gelecek. Before Sunrise’ın diyalogları, Aynı Yıldızın Altında’nın duygusal tonları ve Me Before You’nun neredeyse benzer kaderi gibi; gençlik, yol ve dram filmlerinden ödünç alınmış parçalar neredeyse göz kırpmadan karşımıza çıkıyor. Bu durum, bir yandan filmi izlenebilir kılıyor çünkü tanıdık bir sıcaklık katıyor; ama öte yandan da özgünlük konusunda soru işaretleri doğuruyor. Hikâye sanki farklı yapımlardan birer kepçe alınarak harmanlanmış bir yemek gibi, tadı fena değil ama şaşırtıcı da değil.
Yine de filmin en büyük avantajı, Heather ile Jack arasındaki kimya. Madelyn Cline ve K. J. Apa’nın enerjileri birbirini tamamlıyor. Özellikle Heather’ın planlı hayatını bir kenara bırakıp kalbinin sesini dinlemeye karar vermesi, karakter dönüşümünü samimi bir şekilde yansıtıyor. Seyircinin "Ben de böyle bir yolculuğa çıkmak isterdim," duygusuna kapılması tesadüf değil. Film, fazla didaktik olmadan, gençliğin aceleci tutkularını ve anı yaşama isteğini yakalamayı başarıyor.
Kaos dolu bir estetik

Heather’ın düzenli dünyası ile Jack’in spontane yaklaşımı arasındaki çatışma filmin bel kemiğini oluşturuyor. Bu çatışma bazen romantik, bazen de dramatik sonuçlar doğuruyor. Özellikle hikâyenin ortalarında ayrılan yollar, ardından kaderin yeniden bir araya getirmesi filmin dramatik temposunu besleyen anlar. Ancak bazı sahnelerin tahmin edilebilirliği, "Acaba biraz daha risk alınsaydı mı?" sorusunu akla getiriyor.
Filmin görsel dili üzerinde ayrıca durmak gerek. Avrupa şehirlerinin tren istasyonları, meydanları ve kafe köşeleri, romantizme çok yakışan bir fon oluşturmuş, aynı zamanda başarıyla kullanılmış. Kamera, Heather ve Jack’in yürüyüşlerinde izleyiciyi adeta peşlerinden sürüklüyor. Bu açıdan film, kısa sürede seyahat özlemi uyandırıyor. Ama sinematografi, bu güçlü mekânları bazen sadece kartpostal estetiğinde bırakıyor, yani yerlerin ruhu tam anlamıyla hissettirilememiş.
Gerçeklik ile masal arasında

Filmin güçlü yanlarından biri, karakterlerin inandırıcılığı. Heather’ın kariyer endişesi, Jack’in dedesinin izinden gitme arzusu, sosyal medyasız bir yolculuk yapma isteği günümüz gençlerinin hayallerine ve kaygılarına gayet uygun. Buna rağmen, dramatik çatışmaların çözüm biçimleri bazen fazla masalsı kaçmış. Hayatın gerçek ağırlığını hissettiren anlarla, seyirciyi fazla üzmek istemeyen yumuşatmalar arasında gidip gelen bir denge var. Özellikle filmin gerçeklikten uzak finalinde fazlasıyla optimist bir yaklaşım benimsenmesi bu durumu en açık işleyen nokta.
Anlatılanlara göre Monninger’ın romanında Heather ve Jack’in yolculuğu daha fazla içsel sorgulamalarla örülü. Film ise bu sorgulamaların çoğunu yüzeyde bırakıp tempoya odaklanıyor. Bu da romanı okumuş olanlar için eksiklik yaratabilir diye düşünüyorum. Ama kitabı bilmeyen seyirci için film, duygusal açıdan yeterince güçlü bir deneyim sunuyor. Çoğunlukla olduğu gibi, kitap-film karşılaştırmasında, film daha "seyirlik" kalıyor, roman ise daha "yaşanmışlık" hissi veren konumda.
Tanıdık ama samimi

Film, birçok sahnede klişe sınırına yaklaşsa da "cringe" bir yapıya düşmüyor. Bu da büyük ölçüde çevre tasarımı ve oyuncuların performansları sayesinde. Cline ve Apa, birbirlerine bakışlarıyla bile o anın gerçekliğini, gençlik ateşinin nerelere sürükleyebileceğini hissettirebiliyorlar. Seyircide yapay bir romantizm değil, yaşanabilecek türden bir ilişki duygusu yaratıyorlar. Bu samimiyet de filmi sıradanlıktan bir nebze kurtarıyor.
Tüm bu artılar ve eksiler bir araya geldiğinde The Map That Leads to You'nun kusursuz bir film olmadığına hemfikir olabiliriz gibi duruyor. İlham aldığı yapımların gölgesinden çıkamaması, uzun vadede hafızalarda yer etmesini zorlaştırıyor. Ancak keyifli, akıcı ve sıcak bir seyir deneyimi sunduğu da yadsınamaz. Film, kısa süreliğine iyi vakit geçirmeyi garanti ediyor.
Sonuç olarak Prime Video’nun bu yapımı, gençlik romantizmlerine düşkün olanların hoşuna gidecek, fakat türün en iyileri arasına giremeyecek bir film. Heather ve Jack’in yolculuğu, gerçek hayatta yaşanabilecek türden bir aşk hikâyesi sunuyor. Ama aşinalık duygusu o kadar yoğun ki, izledikten bir süre sonra detaylarını unutmak işten bile değil. Yine de seyahat, aşk ve gençlik üçgeninde bir yolculuğa çıkmak isteyenler için tatlı bir durak olabilir.
Yorumlar