Prime Video’nun geçtiğimiz günlerde izleyici karşısına çıkan yeni dizisi We Were Liars, izleyiciye başta tanıdık ve risksiz gelen bir tablo çiziyor: ayrıcalıklı bir ailenin yazlık adasında geçen zaman, geçmişle geleceğin iç içe geçtiği bir atmosfer, dört genç ve içlerinde konuşulmayan bir şeyler… 

🌊
Yazı, We Were Liars dizisine dair spoiler içermeyecek.

Dizinin tercih ettiği anlatım biçimi, özellikle ilk yedi bölümde izleyiciyle mesafeli bir ilişki kuruyor. "Sakin bir gençlik hikâyesi, birkaç dram unsuru ve bolca yaz güneşi" diyerek izlemeye devam ediyorsunuz, ama tabii bu sakinliğin aslında büyük bir kırılmanın ön hazırlığı olduğunu bilmeden.

Tanıdık bir yüz: Candice King

Dizinin arkasında The Vampire Diaries gibi geniş bir hayran kitlesine sahip bir yapımın da mimarı olan Julie Plec var. Plec’in gotik drama yaratma konusundaki başarısı burada daha sessiz ama daha derin bir biçimde hissediliyor. Özellikle o diziden tanıdığımız Candice King’in bu yapımda yer alması, izleyiciye tanıdık ama yeni bir figür sunuyor. King’in karakteri, Sinclair Ailesi'nin küçük kızı olarak hem hikâyeye ufak bir şımarıklık hem de canlandırdığı ebeveyn rolüyle de bir ağırlık katıyor.

Anlatım bambaşka bir ritim sunuyor

Konusunu sade cümlelerle özetlemek mümkün: Zengin bir ailenin genç bireyleri, yaz tatilinde bir araya gelir, geçmişte yaşanmış, dile dökülmeyen bir olayın gölgesi hâlâ adadadır. Fakat We Were Liars, bu sade hikâyeyi klasik bir şekilde değil; zamanlamaya ve sessizliğe oynayarak anlatıyor. Bu da dizinin sadece ne anlattığıyla değil, nasıl anlattığıyla da ilgilenmemizi sağlıyor.

Orijinali, E. Lockhart’ın aynı adlı romanı. Dizi, söylenenlere göre romana sadık kalarak ilerliyor ve karşımıza çıkarılan edebi atmosferin de başarısız olduğunu söylemek zor. Diyaloglar kısa, cümleler kırık ama etkili. Anlatı, izleyiciyi kendisine bağlayan bir hız sunmuyor belki fakat o yavaş tempo, sonunda beklenmedik derecede çarpıcı bir etki yaratıyor. Burada takdir etmemiz gereken en önemli detay anlatının başarısı. Eğer bu hikâye düz bir kronolojiyle anlatılsaydı, sıradan bir gençlik dizisinden öteye geçmeyebilirdi.

Görsel dil ve performanslar

Teknik açıdan baktığımızda We Were Liars, estetik anlamda fazlasıyla özenli bir yapım. Kamera açıları, solgun renk paleti, adanın içerisindeki melankolik sessizlik… Bunların hepsi karakterlerin iç dünyasındaki çalkantıyla örtüşüyor. Görüntü yönetimi, hikâyeyi anlatan sessiz bir karakter gibi görev yapmış. Bu da bu durgun hikâyeyi izlemeye devam etmemizin en önemli etkenlerinden biri bana kalırsa.

Dizinin, çoğunluğu genç oyunculardan oluşan kadrosu da büyük oranda başarılı. Özellikle başrol Cadence’a hayat veren oyuncu, üzerinde gözle görülür duygusal bir derinlik taşıyor. Aynı zamanda önümüzdeki yıl vizyona girecek olan yeni Açlık Oyunları filmi Hasatta Gündoğumu'nda Haymitch Abernathy'ye hayat verecek Joseph Zada'yı da burada önemli bir rolle izliyoruz.

‘Açlık Oyunları’ Serisi, Yeni ’Haymitch’ini Buldu
‘The Hunger Games: Sunrise on the Reaping’ filminde, ‘Haymitch Abernathy’yi Joseph Zada, sevgilisi ’Lenore Dove Baird’i ise Whitney Peak canlandıracak.

Diğer yanda kadroda Meryl Streep'in kızı Mamie Gummer ve Ewan McGregor'ın kızı Esther Rose McGregor gibi isimler de var. Genel olarak çeşitli bir kadroya sahip ve her biri üzerine düşen görevin altından fazlasıyla kalkmış.

Durgunluktan dumura

Dizinin en güçlü yanı ise hiç kuşkusuz ki final bölümü. Sekiz bölüm boyunca ustalıkla kurulan sessiz düzen, son perdede paramparça oluyor. İyi ki de böyle oluyor çünkü o an, bu dizinin aslında hiç de düz bir gençlik hikâyesi olmadığını anlıyorsunuz. İzleyiciye sunulan sakin ve huzurlu tablo, bir anda arkasındaki karanlık gerçekle yer değiştiriyor. Sezon bittiğinde ise ne yaşadığınızdan çok, neyi fark etmediğinizle yüzleştiğiniz, The Sixth Sense benzeri, hazmetmesi zor bir deneyim kalıyor geriye.

Bu tür bir kırılma, dizi tarihinde çok az yapımda bu kadar etkili uygulanabilmiştir. We Were Liars, finaldeki bu ustaca ters köşesiyle, bir anlamda tüm diziyi yeniden izleme isteği yaratıyor. Çünkü izleyici, geriye dönüp bakmak, ipuçlarını yeniden aramak, eksik olan parçaları tamamlamak istiyor.

Sabrın sonu selamet...

We Were Liars her yönüyle kusursuz bir yapım değil. Özellikle ilk bölümlerdeki yavaş tempo, bazı izleyiciler için sabrın sınırlarını zorlayabilir. İşlenen ırkçılık mevzusunun samimiyetsizliği kimine fazlasıyla çiğ gelebilir. Ya da karakter gelişimi bazı yerlerde yeterince derinleşmiyor, dolayısıyla bazı yan hikâyeler tam anlamıyla içinize işlemeyebilir. Ancak bu eksiklikler, anlatının sonunda ulaştığı noktayı daha az değerli kılmıyor elbette.

Tam aksine, bu sade anlatım tercihi finaldeki etkiyi daha da büyütüyor. Eğer baştan beri temposu yüksek, bol dramlı, sırlarla dolu bir dizi olsaydı, son bölüm bu kadar unutulmaz olamayabilirdi. Yani dizinin eksikleri, bir anlamda güçlü yanlarını besleyen bir zemine dönüşüyor.

Sonuç; hafızalara yerleşecek bir ters köşe...

We Were Liars, gençlik dizisi kimliğinin çok ötesine geçen bir yapım. Büyük laflar etmeden, sesini yükseltmeden, izleyicisinin zihninde derin bir iz bırakıyor. Julie Plec’in yaratıcı zekâsı, E. Lockhart’ın katmanlı hikâyesiyle birleşince ortaya sadece izlenen değil, deneyimlenmesi gereken, sindirilmesi gereken bir yapım çıkıyor.

Sabırlı bir izleyiciyseniz, temposuna güvenen bir anlatımın neler başarabileceğini görmek için bu diziye bir şans verebilirsiniz. Finaliyle sadece geçmişi değil, sizin bakışınızı da altüst eden bir hikâye We Were Liars. Bazı diziler sona erdiğinde biter, bu ise sona erdiğinde gerçekten başlıyor.

Paylaş