Fantastik sinema söz konusu olduğunda bazı filmler adeta evrensel bir sevgiyle karşılanır. Spirited AwayOz Büyücüsü ya da Yüzüklerin Efendisi gibi klasikler, hem eleştirmenlerden hem de geniş kitlelerden övgü toplamış, türün mihenk taşları haline gelmiştir. Bu yapımlar o kadar köklü ve etkileyicidir ki, hakkında olumsuz bir görüş belirtmek neredeyse cesaret ister. Bu yüzden, bu türün "herkesin hemfikir olduğu" örneklerini bulmak pek zor değil.

Ancak madalyonun bir de öteki yüzü var. Uwe Boll gibi isimlerin imzasını taşıyan ve eleştirmenlerin yerden yere vurduğu In the Name of the King: A Dungeon Siege Tale ya da BloodRayne gibi yapımlar, fantastik sinemanın "en kötüleri" listelerine girmeyi başarmış durumda. Yani dibe vuran örnekleri göstermek de pek zor değil.

In the Name of the King: A Dungeon Siege Tale

Peki ya arada kalanlar? İşte o filmler, sinema dünyasında en çok tartışmaya neden olanlar arasında yer alıyor. Kimileri için gerçek bir başyapıt, kimileri için ise zaman kaybı olan bu yapımlar, izleyicileri ve eleştirmenleri ikiye bölmeyi başarıyor. Kimi zaman filmler olumlu eleştiriler alsa da, yüksek sesle eleştirilen karşıt görüşler de her daim varlığını sürdürüyor, ya da tam tersi. Bu filmler hakkında kararsız kalmak zordur; genellikle ya tutkuyla sevilir ya da şiddetle eleştirilirler.

Bu yazıda ise sinema tarihinin en çok tartışma yaratan, en fazla kutuplaşmaya neden olmuş 10 fantastik filmi bir araya getiriyoruz. Kalite açısından sıralamak kolay değil, çünkü her biri izleyiciye göre çok farklı anlamlar taşıyor. Ancak bir şey kesin: Bu filmler sizi ya büyüleyecek, ya da hayal kırıklığına uğratacak, ortası yok.

10 - Sucker Punch (2011)

Zack Snyder imzası taşıyan Sucker Punch, adeta türlerin ve görsel stillerin birbirine çarptığı, fazlasıyla dolu ama zaman zaman da oldukça ilgi çekici bir yapım. Yönetmenin sinema dili göz önünde bulundurulduğunda, filmin izleyicileri ikiye bölmesi pek de şaşırtıcı değil. Kimileri için bu film, tüm gürültünün ve abartının altında zekice kurgulanmış feminist bir mesaj barındırıyor; diğerleri içinse, bu iddiaların aksine, Sucker Punch tam anlamıyla feminist karşıtı bir fantezi.

Belki de bu belirsizlik kasıtlıydı. Belki de Snyder, birbirine zıt fikirleri bir arada sunmak istedi fakat bu çaba, kimi izleyiciler için kafa karıştırıcı ve tutarsız geldi. Film, hem çocuksu hem de beklenmedik biçimde düşündürücü, hatta belki de aynı anda ikisi birden. Hangisi olduğu ise izleyicinin bakış açısına göre değişiyor.

Bir konuda çoğu kişi hemfikir olabilir: Sucker Punch, görsel ve işitsel açıdan son derece etkileyici bir yapım. Fakat mesele anlatı ve tematik katmanlara geldiğinde işler o kadar net değil. Kimileri için yaratıcı ve derin, kimileri için ise sadece yüzeysel bir gösteriden ibaret. Bu yönüyle Sucker Punch, fantastik sinemanın en tartışmalı yapımlarından biri olarak listemize girmeyi fazlasıyla hak ediyor.

9 - Holy Motors (2012)

Holy Motors’u özetlemeye çalışmak, neredeyse boşuna çabalamakla aynı şey diyebiliriz. Çünkü film hem bölümler halinde ilerliyor hem de baştan sona sürrealist bir yapıya sahip. Denis Lavant’ın başrolde yer aldığı filmde karakter, her sahnede farklı bir kimliğe ya da görünüme bürünüyor. Film boyunca gizemli bir limuzinle şehirde oradan oraya taşınan bu adam, her durakta tuhaf ve açıklanamayan görevler yerine getiriyor.

Holy Motors, bazen hipnotize edici derecede etkileyici, bazen tuhaf bir şekilde komik, bazen de dümdüz kâbus gibi. İzleyiciden izleyiciye değişmekle birlikte, bu duyguların biri filmin geneline hâkim olabilir, ya da hiçbirine tam anlamıyla kapı aralanmayabilir. Bu da filmin bilinçli olarak netlikten uzak durduğunu, izleyiciyi yönlendirmektense serbest bırakmayı tercih ettiğini gösteriyor.

8 - Mandy (2018)

Community dizisinde, Nicolas Cage’in iyi mi kötü mü bir oyuncu olduğuna karar verilememesi üzerine bir bölüm yapılmıştı, ki bu durum aslında oldukça yerinde bir gözlemdi. Gerçekte Cage, kötü filmlerde oynamış ama aslında iyi bir oyuncu olan bir isim. Ancak bu bile onun kariyerinin ne kadar tartışmalı olduğunu ve herkes tarafından %100 ciddiye alınmadığını gösteriyor. Dolayısıyla zaten alışılmışın dışında bir oyuncuyu, herkese hitap etmeyen, deneysel bir filme koyduğunuzda ortaya çıkacak tepkiler doğal olarak çeşitlilik gösteriyor.

Panos Cosmatos imzalı Mandy, işte tam da böyle bir yapım. İntikam temalı, ama bildiğiniz intikam hikâyelerinden değil; bir yandan korku filmi öğeleri barındırıyor, öte yandan giderek şiddetli bir aksiyon filmine dönüşüyor. Filmin ilk yarısı daha sessiz, neredeyse rüya gibi ilerlerken, ikinci yarıdaki fantastik unsurlar izleyicinin yüzüne çarpacak kadar yoğun ve çarpıcı hale geliyor.

7 - Zack Snyder’s Justice League (2021)

Zack Snyder’ın yeniden kurguladığı bu versiyon, 2017 yılında gösterime giren Justice League’in çok ötesine geçerek adeta başlı başına farklı bir yapım haline geldi. Her ne kadar tam anlamıyla "fantastik" bir film kategorisine uymasa da, barındırdığı tanrısal kahramanlar, öte evrenler ve mitolojik öğelerle listeye girmeyi hak ediyor. Snyder’ın imzasını taşıyan bu dört saatlik versiyon, özellikle yönetmenin önceki DC filmlerini seven hayranlara hitap ediyor.

Film hakkında ortak bir görüş oluşturmak zor. Bazıları için bu versiyon tam anlamıyla epik ve hak ettiği takdiri sonunda almış bir yönetmen yorumu; bazı izleyiciler içinse abartılı, fazla karanlık ve gereğinden uzun. Yaklaşık dört saatlik süresi, en büyük eleştiri noktalarından biri. Ancak Zack Snyder’s Justice League, hedef kitlesini memnun etmeyi başardıysa, belki de bu onun en büyük başarısıdır. Kimine göre modern bir süper kahraman operası, kimine göre ise sadece uzatılmış bir fan hizmeti.

6 - Inland Empire (2006)

David Lynch sinemasına aşinaysanız, neyle karşılaşacağınızı az çok bilirsiniz. Ancak Inland Empire, yönetmenin filmografisindeki en çetin cevizlerden biri. Üç saate yakın süresi, kasıtlı olarak çirkinleştirilmiş dijital görüntüleri ve anlamayı zorlaştıran yapısıyla izleyiciyi adeta sınavdan geçiriyor. Filmde Laura Dern, gizemli bir film projesine katıldıkça gerçeklikten kopmaya başlayan bir aktrisi canlandırıyor. Bu açıdan bakıldığında Mulholland Drive’ı andırsa da, Inland Empire çok daha belirsiz, çok daha deneysel bir anlatı sunuyor.

Geleneksel bir "fantastik film" beklentisiyle izleyenleri şaşırtabilir; çünkü burada sihirli krallıklar ya da canavarlar yok. Ancak rüya mantığıyla ilerleyen hikâyesi, zaman ve kimlik kavramlarını bulanıklaştıran anlatımıyla Inland Empire, gerçekliğin sınırlarını zorlayan bir tür içsel fanteziye dönüşüyor. Eğer sürrealizme, bilinçaltı keşiflerine ve rahatsız edici bir atmosferde kaybolmaya açıksanız, bu film sizi fazlasıyla tatmin edebilir. Aksi halde, yalnızca üç saatlik bir bulmacanın içinde kaybolmuş hissedebilirsiniz.

5 - The Twilight Saga: Breaking Dawn – Part 2 (2012)

Twillight serisine dair görüşler başından beri oldukça bölünmüş durumda. Kimi izleyiciler fantezi ve romantizmin birleşiminden büyüleniyor; kimileri içinse bu filmler yalnızca nostaljik bir keyif sunuyor. Bir başka kesimse seriyi "kötü olduğu için izlemeye değer" kategorisine koyuyor. Tabii tüm bunların dışında bu filmleri fazla sıkıcı, yapay ya da tuhaf bulan ve hiçbir yönünden keyif alamayan önemli bir kitle de var.

Serinin final halkası olan Breaking Dawn - Part 2, belki de tüm serinin en çılgın ve en eğlenceli bölümü. Tabii bu tamamen bakış açısına bağlı. Bazı izleyicilere göre bu filmde yapım ekibi ve oyuncular artık ciddiyeti bırakıp işi bir şova çevirmiş; dev savaş sahneleri, şaşırtıcı ters köşeler ve bolca abartı ile zirveye oynuyorlar. Sonuç olarak kimine göre serinin en iyi filmi, kimine göreyse tam anlamıyla bir fiyasko. Ama kesin olan şu ki: Breaking Dawn - Part 2, izleyiciyi ikiye bölen yapısıyla bu listenin hakkını veriyor.

4 - The Dead Don’t Die (2019)

Jim Jarmusch’un yönettiği film, zombilerle dolu bir kasabada geçen ve kendini asla fazla ciddiye almayan bir anlatı sunuyor. Ancak film ilerledikçe ton değişiyor; absürtlük dozunu artırıyor ve bilim kurgu/korku sınırlarından çıkarak neredeyse doğaüstü bir deneyime dönüşüyor.

Bu da filmi izleyiciye göre tamamen farklı deneyimlenebilir hale getiriyor. Eğer filmdeki kara mizah anlayışına kapılabilir, Bill Murray, Adam Driver, Tilda Swinton gibi oyuncuların keyifli performanslarından tat alabilirseniz, The Dead Don’t Die size ilginç bir eğlence sunabilir. Ancak esprileri yalnızca "eh işte" buluyorsanız, film size bir süre sonra fazlasıyla dağınık ve yorucu gelebilir. Kimi izleyici için zekice bir hiciv, kimileri içinse sadece boş bir tuhaflıklar geçidi. İşte tam da bu yüzden, bu film de listemizin en bölücü yapımlarından biri.

3 - I'm Thinking of Ending Things (2020)

David Lynch'in sinemasını anımsatan bir tonda ilerleyen I'm Thinking of Ending Things, soyut ve açıklaması zor bir yapım. Film, ilk bakışta genç bir adamın sevgilisini ailesiyle tanıştırmaya çalıştığı garip bir yolculuk hikâyesi gibi başlıyor. Ancak rahatsız edici ölçüde tuhaf geçen bu yolculuk ve aile ziyareti, kısa sürede çözülmeye başlıyor ve film, gerçeklik algısını parçalayan, zaman ve kimlik sınırlarını bulanıklaştıran bambaşka bir boyuta geçiyor.

Bu film yalnızca temposunu değil, türünü de sürekli değiştiriyor. Konusunu açıkça anlatmak bile, filmin amaçladığı atmosferi bozabilir. Kaufman’ın bilinç akışıyla yazılmış gibi duran bu yapısı, bazı izleyicilerde hayranlık uyandırırken, bazıları içinse yorucu ve fazlasıyla kafa karıştırıcı olabilir. Yine de filmin görsel dili oldukça etkileyici, Jessie Buckley ve Toni Collette gibi oyuncuların performansları öne çıkıyor. Anlatım biçimi herkese hitap etmese de, sunduğu sinemasal deneyim inkâr edilemeyecek kadar güçlü.

2 - The Apple (1980)

Fantastik unsurlar içeren tuhaf müzikaller dendiğinde akla ilk olarak Cats gibi bolca alay konusu olmuş yapımlar gelebilir. Ancak The Apple, en az onun kadar garip, hatta kimilerine göre çok daha feci bir deneyim sunuyor. 1980 yapımı bu İsrail-Alman ortak yapımı müzikal, gelecek distopyasında geçen bir müzik yarışmasını ve yozlaşmış endüstriyi anlatmaya çalışıyor… Ama nasıl anlattığı tam bir muamma. Şarkılar anlamsız, kostümler aşırı, diyaloglar ise sık sık mantık sınırlarını zorluyor.

Yine de The Apple, bu "kaotik şov" havasıyla belli bir çekicilik taşıyor. Eğer yaratıcıları gerçekten bu filmi bilinçli bir şekilde absürt, komik ve kitsch bir fantezi olarak planladıysa, bir açıdan amaçlarına ulaşmış olabilirler. Ortaya çıkan şey sinemasal bir saçmalık olsa da, bu kadar farklı ve cüretkâr olmaya çalışması bile filmi bazı gözlerde "gizli bir cevher" haline getirebilir. Çöp mü, kült mü, yoksa ikisinin garip bir karışımı mı? Karar size kalmış. Ama şundan eminiz: The Apple sizi kesinlikle bir şekilde etkileyecek, ister güldürerek, ister kaşlarınızı çattırarak.

1 - The Witch (2015)

The Witch, tür olarak bir korku filmi olsa da, içinde barındırdığı doğaüstü ve folklorik öğelerle fantastik sinema sınırlarına da rahatlıkla giriyor. 1600’lerin New England’ında geçen film, dini gerekçelerle toplumdan dışlanan bir ailenin ormanın derinliklerine yerleşmesiyle başlıyor. Burada, giderek artan bir huzursuzlukla, doğaüstü varlıklarla ya da belki de kendi içlerindeki karanlıkla yüzleşmek zorunda kalıyorlar.

Robert Eggers’in bu ilk uzun metrajlı filmi, yavaş temposu ve minimalist anlatımıyla izleyiciyi ikiye bölüyor. Kimileri için son derece atmosferik, rahatsız edici ve özgün bir halk korkusu örneği; kimilerine göre ise fazla durağan ve hatta neredeyse sıkıcı. Ancak Eggers’in dönem detaylarına gösterdiği özen, dil kullanımı ve ürkütücü sessizlikle kurduğu gerilim, The Witch’i kolay kolay unutulmayacak bir sinema deneyimine dönüştürüyor. Sabırlı izleyiciler için tatmin edici; diğerleri içinse oldukça zorlayıcı.

Kaynak: Collider

Paylaş