HBO’nun Mike White imzalı, ödüllü The White Lotus serisi, lüks tatillerin parıltılı yüzeyinin altındaki çürümüşlüğü gözler önüne seren bir hiciv olarak parlamaya devam ediyor. Ancak 3. sezon, Tayland’ın göz alıcı manzaraları eşliğinde, şimdiye kadar izlediğimiz en karanlık, en rahatsız edici sezon olabilir. Bu sezonun hikâye dokusu; Ratliff ailesinin çarpık ilişkileri, Tanya’nın hayalet gibi üzerimizde dolaşan geçmişi ve otel halkının giderek garipleşen tavırlarıyla birlikte daha da derinleşiyor.

Ratliff ailesi üzerinden yürütülen aile içi dinamikler, dizinin merkezindeki çöküş temasıyla birebir örtüşüyor. Özellikle baba figürü Timothy’nin, hem çocukları hem de eşi üzerinde kurduğu manipülatif hâkimiyet, aile kurumunun ne kadar çürük bir zeminde ayakta durduğunu gösteriyor. Fakat en dikkat çekici şey, ailenin dışarıya karşı sergilediği "modern, bilinçli, ahlaklı" imajın içten içe çürümüş, bastırılmış arzular ve hesaplaşmalarla dolu oluşu. Birbirine çoğu zaman tahammül edemeyen bireyler, kopamadıkları telefonlarında sanki başka hayatlar yaşıyorlarmış gibi paylaşımlar yapıyorlar.

İlk bölümden itibaren aile içerisindeki tutarsızlık hissediliyor. Keyif verici ilaçlarla ayakta duran alkolik bir anne, alengirli işlerinin ortaya çıkmasıyla psikolojisi yerle bir olan işkolik bir baba, kendini mükemmel gösterme peşinde fakat gelişimini henüz tamamlayamamış büyük bir oğlan ve aralarındaki ilişki kardeşlikten öte gibi görünen ergenlik çağını yeni tamamlamış rahatsız edicilikte bir erkek bir de kız çocuk.

Diğer yanda Tanya’nın ölümünün yankısı bu sezonda hâlâ hissediliyor. Bir süre bu dizinin en rahatsız edici karakteri olduğunu düşündüğüm ve zamanında kıymetini bilemediğim Tanya'nın, geçtiğimiz sezondaki dramatik sonu, sezonun geri kalanına da musallat oluyor. Greg’in geçmişteki hesapları ve açgözlülüğü de hâlâ lanet gibi dizinin üzerinde. Ama her şeye rağmen paragöz adamın şu cümlesi çok doğruydu: "Tanya, gerçekten Belinda’nın bu parayı almasını isterdi." Belinda, ilk sezonda Tanya’nın ortak bir iş kurmaya karar verdiği masözüydü ve Tanya'dan, hayatına Greg’in girmesiyle, ardından İtalya’da da olanlardan sonra bir daha haber alınamamıştı. Belinda bir şeylerin ters gittiğinin farkına varıyor, hatta davayı çözüyor fakat bir çanta dolusu para (belki biraz daha fazlası) ahlaki yönünü susturmaya yetiyor.

Rick ve Chelsea ise sezonun en vurucu ve en iç burkan hikâyesine sahipti. Aralarındaki ilişki başta tarif edilmesi güç ve rahatsız edici gelse de zamanla izleyiciye şu soruyu sorduruyor: "Gerçek aşk, her türlü çirkinliğin içinde yeşerebilir mi?" Rick’in hayatı boyunca sadece tek bir düşünceye sadık kalması ve bu düşüncenin hayatına mâl olması, yeterince trajik değilmiş gibi sevdiği kadını da bu takıntısı yüzünden kaybetmesi kaderin cilvesi şeklinde de yorumlanabilir belki fakat bana kalırsa koca bir hayatın boşa harcanmasından başka bir şey değil.

Dizinin bir diğer başarısı ise, rahatsız ediciliğin dozunu fazlasıyla kontrollü bir şekilde verebilmesi. Tayland’ın egzotik atmosferiyle tezat oluşturan içsel karanlık, izleyicinin her sahnede huzursuz hissetmesini sağlıyor. Yine de bazı sahnelerin yalnızca sürenin doldurulması için yazıldığı o kadar açık ki, bu durum yer yer anlatının ritmini düşürüyor.

Performanslara gelince, oyuncular bu sezonda da döktürmüş. Belinda karakterinin yeniden karşımıza çıkışı, ilk ve ikinci sezondan gelen anlatıların taşındığını ve evrenin kendi içerisinde bir hikâyeye bağlı kalarak, organik olarak genişlediğini hissettirdi. Ancak Belinda’nın yeniden dizinin içine sokulma biçimi, bir yandan sistemin "iyiliği bile satın alabileceği" temasını pekiştirirken, diğer yandan izleyicinin duygusal bağ kurmasını da zorlaştırıyor. Greg’in hikâyesinin sonraki sezonlara taşınmasını isterim fakat onu bir White Lotus’ta daha görürsem bu sefer şunu sormak istiyorum:
"Cidden, bir White Lotus daha mı?"

Evet, bu sezon yer yer temposunu kaybetti, bazı karakterler anlatının derinliğine tam yerleşemedi ama yine de The White Lotus, kendine has stiliyle sistem eleştirisini, sınıf farklılıklarını ve insan ilişkilerindeki çürümeyi çok güçlü bir şekilde işleyen, son zamanların en iyi yapımlarından biri. Mike White’ın bir sonraki sezonda daha da tragedyaya kayan bir hikâye anlatacağını açıklaması, bu evrenin de giderek karanlıklaşacağını müjdeliyor.

Sonuç olarak üçüncü sezon, kusurlarına rağmen izleyiciyi rahatsız etmeyi ve her yönden düşündürmeyi başarıyor. Belki de dizi tam olarak bu yüzden bu kadar güçlü; çünkü rahat bırakmıyor. Bizi kendi ahlaki düşüncelerimizle belki de yozlaşmışlıklarımızla yüzleştiriyor. Ve tıpkı Rick’in hayatı gibi, bazı gerçekler gözümüze sokulmadıkça ne yazık ki fark edilemiyor...
Yorumlar