Pluribus'un 3. bölümü, Vince Gilligan'ın evreninde alışık olduğumuz o dingin gerilimin en açık hallerinden biriyle başlıyor. Carol'ın Pirate Lady'si yani Zosia'nın zihniyle olan basit ama düşündürücü ilişkisi...

Rhea Seehorn'un hayat verdiği karakter, bu bölümde nihayet şunu fark ediyor: Bu birleşik bilinç ona sınır çizmeyi bilmiyor. Ne isterse istesin, ne kadar mantıksız ya da tehlikeli olursa olsun, hep aynı biçimde karşılık veriyor.
"Evet, Carol."
Yapay bir sevgi

Bölümün ilk dakikalarında sezilen bu rahatsız edici derecede onaylama üzerine kurulu ton, insanın ensesinde küçük bir ürperti bırakıyor. Çünkü Carol'ın karşısında duran şey bir insan değil, fakat insanlığın duygusal ve mantıksal yönlerinin bir araya getirildiği bir oluşum. Eğer bir bilinç ona aşırı ilgi, sınırsız doğrulama ve koşulsuz olumlu pekiştirme sunuyorsa... Bir dakika, bu bize nereden tanıdık geliyor? Bölüm ilerledikçe bu soru biz izleyicinin zihninde büyümeye başlıyor.
Benim açımdan bölümün esas çarpıcı yanı buydu, Carol'ın Pirate Lady adını verdiği Zosia ile kurduğu iletişim biçimi neredeyse birebir ChatGPT ile konuşmak gibiydi. Sürekli "evet", sürekli "haklısın", "hizmet etmeye hazırım" hali... Hem kişisel hem profesyonel kullanımımızda yüzlerce kez rastladığımız o his bu sefer kanlı canlı karşımızda duruyor. Bu benzerlik o kadar güçlü ki, insan ister istemez bunun Westworld biçiminde bir "insanlar robotlara karşı" hikâyesine evrilip evrilmeyeceğini düşünüyor doğrusu.
İnsan vs yapay zeka

Fakat Vince Gilligan, geçtiğimiz günlerde verdiği bir röportajda bu soruyu çok net bir şekilde cevaplamıştı.
"Hayır, asla."
"Kimse kafama silah dayamadıkça beni ChatGPT gibi bir şeye bulaştıramaz," diyor Gilligan ve bölümün yapay zeka teması ile bu kadar bağ kurmasını bilinçli bir şekilde yapmadığını söylüyor. Ardından hem Gilligan hem de Seehorn şöyle bir açıklama getiriyor: "Bu dünya öyle bir yazılmış ki, izleyen herkes kendi çağının hayaletini orada görebiliyor."
El bombası...

Pluribus adına sorgulamalar yaptığımız anlara bir yenisi ekleniyor ve Carol, yabancı dostlarımızdan bir el bombası istiyor. Yapay zekanın etik sınırları üzerine kurulan tüm tartışmaları rahatsız edici bir sadelikle dürten sahnede Carol, "Bunu bana vermezler herhalde," diye düşünüyor ama yanılıyor. Hatta benim bu bölümde fazlasıyla ısındığım Zosia, oyuncak bulmuş bir çocuk sevinciyle bombayı Carol'ın kapısına kadar getiriyor.
Aslında sahne çok açık bir şekilde bu kollektif bilincin herhangi bir mizah anlayışına sahip olmadığı da gösteriyor izleyicisine. Zosia'nın bu saf halleri de bana Castiel'ın Supernatural'daki ilk hallerini anımsattı. Ne bir referansı ne de bir şakayı anlıyordu, garibim...

Sonrası da malum. Gerçek olmadığını düşünen Carol, elindeki bombanın pimini çekerek hem evinin parçalanmasına hem de Zosia'nın ağır yaralanmasına neden oluyor. Peki bu olayda sorumluluk kimin elinde?
Ya atom bombası?

İlerleyen sahnelerde Carol hastanede beklerken içeri giren DHL kostümlü o tuhaf adamla birlikte bölüm başka bir tona bürünüyor. Kollektif bilincin yolladığı bu temsilcinin de ses tonu ve seçtiği kelimeler yine aynı mekanik nezaketi içeriyor ve Carol bu sefer daha tehlikeli bir yöne sapıyor:
"Bir bazuka istesem?"
"Evet."
"Bir atom bombası?"
Uzun bir muhakemenin ve laf kalabalığının ardından yine bir "evet" cevabı daha alıyor karakterimiz. Seyirci olarak bizlerin de ürperdiği bu sahne, bilincin en tehlikeli yanının kötü niyetli olması değil, kötülüğe karşı ilgisiz ve yalnızca memnun etmek uğruna istenilen her şeyi sunabiliyor olduğunu gözlerimizin önüne seriyor. Hem de her ne pahasına olursa olsun.
Pirate Lady'nin tanıdık gelen cevapları

El bombasının eve gelişinden patlamaya kadar geçen o garip sakinlik de bölümün en dikkat çekici anlarından bir diğeri. Carol bir anda Sanskritçe'de "şerefe"nin karşılığını soruyor; Zosia anında cevaplıyor. Birkaç dakika sonra da "vodka" kelimesinin etimolojisini çıkarıyor. Ee, biz bunu gerçekten bir yerden tanıyoruz...
Bu iki karakterin yüzeysel konuşması ve Zosia'nın tepkileri yalnızca kullanıcısının sorularını memnuniyetle yanıtlayan bir sistem gibi. Şimdiye kadar anladığımız kadarıyla Carol da çok zor bir karakter ama bu delilik içerisinde bir insanla, ya da en azından öyle görünen biriyle bağ kurma ihtiyacı hissediyor, yakınlık kurmaya çalışıyor; fakat karşısında duygu taklidi yapan bir yansımadan fazlası yok.
İnsan doğası

Vince Gilligan bu hikayeyi yapay zeka üzerine kurmadığını, çünkü senaryonun neredeyse 10 sene önce kaleme aldığını söylüyor. Fakat Rhea Seehorn'un dediği gibi Pluribus yalnızca bir şeyi anlatıyor: İnsanlığın doğasını. Carol'ın bu bileşik bilinçle kurduğu ilişki, ister ChatGPT olsun, ister başka bir güç, insanın kendi arzularına sınır koyamadığında nasıl tehlikeli bir yaratığa dönüşebileceğini gösteriyor. Bilinç, tıpkı modern araçlar gibi yalnızca bir ayna; sorun da yansıttığı yüzde başlıyor elbette.
Pluribus'un 3. bölümü, yavaş temposu dolayısıyla genel izleyici tarafından pek hoş karşılanmadı ama derinlerine indiğimiz takdirde belki de Gilligan'ın en zekice kaleme alınmış bölümlerinden biriydi. Ne üzerine yazdığından öte, izleyicide neyi tetiklediği önemli ve bölüm, çağımızın en büyük sorusunu kulağımıza fısıldıyor:
Sınırları kim belirliyor? Biz mi yoksa bize hep "evet" diyen o ses mi?

Yorumlar