Şimdiye kadar birçok vampir yorumuyla karşılaştık. Romanlara, belgesellere, filmlere, dizilere konu olmuş, kulaktan kulağa korkunç halk öyküleriyle tarihte yer edinmiş ve günümüze ulaşmış vampir hikâyelerinin atası olarak anılan Bram Stoker’ın Dracula’sı, bu konuda verebileceğimiz belki de en büyük örnek. Nosferatu ise Dracula’dan fazlasıyla etkilenmiş fakat döneminde yazar Stoker’ın ailesinden izin alınmadan ortaya çıkartılmış başka bir varlık olarak son zamanlarda hayatlarımıza tekrar giriyor. Tekrar diyorum çünkü aslına bakarsanız tam olarak uyarlama diyemesek bile, bu Nosferatu'nun karşımıza ilk çıkışı değil.
Gerçeklik algısının çarpıtılmasıyla, olağan dışı hatta absürt dekorlarla kendine özgü bir tarz oluşturan, I. Dünya Savaşı döneminde bitkin düşen Nazi Almanyası’nda ortaya çıkmış bir sinema akımı Alman Ekspresyonizmi. Akımın en önemli örneklerinden biri de F.W. Murnau imzalı 1922 yapımı Nosferatu.
Filmin yönetmeni, filmde Nosferatu’ya hayat veren Max Schreck, hatta arka planda çalışan isimlerden birçoğu o dönemde I. Dünya Savaşı’nda doğu cephesinde savaşmış kişiler. Dolayısıyla ilk Nosferatu’nun Dışavurumculuk akımının en net örneklerinden biri olması elbette bir tesadüf değil.
Filmografisinde The Witch, The Lighthouse, The Northman gibi yapımlara imza atan son zamanların en iddialı yönetmenlerinden olan Robert Eggers’ın Nosferatu’su ise damakta orijinalinden çok daha farklı bir tat bırakıyor.
Eggers’ın filminde canavarımız sayılı sahnede yer alıyor. Ara ara gürleyen sesi ve onu takip eden hırıldamalarıyla seyirciyi film boyunca tedirgin etmeyi başarıyor bu Nosferatu. Fakat canavarı bir kenara bırakırsak, filmde ilk dakikalardan başlayıp son ana kadar yanımızdan ayrılmayan hayali kara bulutlarımız var. Huzursuzluk duygusunu sürekli dürtükleyen bu histen, ne yalan söyleyeyim ben pek hoşlanamadım.
Eggers'ın ürününün, alışılagelmiş vampir yapımlarının biraz dışında bir tarza sahip olduğunu söylemek gerek. Vampirizm, genelde izlence dünyasında daha ön planda olan bir başlık olduğu için diğer vampir filmleri çoğunlukla orijinal filmleri kaynak edinerek türetilmeye devam ediliyor. Bildiğim kadarıyla Eggers, senaryoyu kaleme almadan öncesinde kendini filmlere değil, tarih kitaplarına kaptırmış. Bu düzen de şimdiye kadar alıştığımız yapının dışında çok daha boğuk, iç karartıcı, belki biraz daha sıkıcı, fakat çok daha gerçekçi bir tasarım ortaya çıkartmış.
Nosferatu, ana karakterimiz Ellen’ın perdeler arkasındaki gölge ile konuştuğu ürkütücü sahne ile açılış yapıyor. Ellen’ın, düşlerinde gördüğü, gerçekle hayali ayırt etmekte güçlük çektiği, hatta bazen konuşurken histeri krizlerine girdiği bu varlıkla aralarında açıklanması güç olan bir bağ var. Basite indirgeyerek ve nedenini nasılını çok fazla irdelemeden konuşacak olursak, aslında film temelinde bir aşk üçgenini konu alıyor.
Tahmin edersiniz ki bu fazlasıyla çarpık bir aşk hikâyesi.
Üçgenin bir diğer köşesinde, benim film boyunca en çok üzüldüğüm karakter olan, Ellen’ın eşi Thomas yer alıyor. Çok uzaklarda yalnız başına yaşayan Kont Orlok’un şatosuna, yaşam şartlarını iyileştirmek, belki bir konut sahibi olarak oradan geri dönebilmek umuduyla gidiyor Thomas, fakat ne yazık ki başına geleceklerden habersiz.
Eşinin isteksizliğine, yolda gördüğü yerlilerin yaptığı uyarılara ve karşısına çıkan tüm engellere rağmen bu bilinmez diyara doğru çıktığı yolculuğa, kendini mutsuzluğa sürükleyen macerasına devam ediyor.
Bill Skarsgard, dehşet verici Kont Orlok performansıyla büyülüyor. Sektörün en yetenekli isimlerinden biri olan genç oyuncu, şimdiye kadar birçok ucube karaktere hayat verdi, biliyorsunuz. Burada da hem az olan ekran süresi hem de ağzından cımbızla alınan laflarıyla yer aldığı her karede seyirciye adeta birer soğuk duş aldırıyor. Korku rolleri için biçilmiş kaftan olduğu kesin, ancak kendisini daha farklı rollerde de görmek isterdik doğrusu.
Oyunculuk kariyerindeki performanslarıyla şimdiye kadar genel olarak eleştirilen Lily-Rose Depp ise yer yer göze batan tepkileri dışında bu sefer iyi bir iş çıkartmış diyebilirim. Nicholas Hoult, Aaron Taylor-Johnson, Emma Corrin, Willem Dafoe gibi oyunculardan oluşan kadronun diğer kısmı ise gerçekten göz dolduruyor; her biri filmin boğukluğunu arka planda bıraktıran performanslara imza atıyor.
Nosferatu’nun çevre tasarımı ve kostüm dizaynlarını da çok beğendim. Gerçekten gotik bir roman okuyormuşum gibi hissettiren teması ve hikâye ilerleyişi, bu güzel tasarımlarla ve paletinde birbirine benzer tonla renk yer almasına rağmen başarılı bir sinematografiyle destekleniyor.
Totale baktığımız zaman farklı, başarılı ve fazlasıyla özgün bir Nosferatu uyarlaması Robert Eggers’ınki. Mutlu bir hikâye olmadığını elbette biliyoruz fakat sadece filmin, en başından beri üzerinde taşıdığı uğursuz bulut kümelerinin bir türlü bizi rahat bırakmayışı bir noktadan sonra can sıkıyor. Tarifini sağlıklı bir biçimde yapamadığım, genellikle ikinci yarıdan sonra daha da artan bu rahatsız ediciliğin bilinçli bir şekilde verildiğini de düşünmüyorum. Filmin ilk yarısı son derece başarılı olsa da bence akıcılığa engel olan bu nedenden ötürü ben bu film ile pek bağ kuramamış gibi hissediyorum.
İyi ya da kötü olduğunu söylemek, Nosferatu için fazlasıyla keskin bir çizgi çizmek olacak. Ve henüz bunun kararını verebildiğimi de düşünmüyorum. Belki izledikten sonra siz bana yardımcı olabilirsiniz...
Sizce Nosferatu nasıldı?
Yorumlar