2011 çıkışlı Drive, gösterime girdiği andan itibaren sadece bir film olmaktan çıkıp, bir sinematik olguya, bir estetik manifestoya dönüştü. Danimarkalı dâhi yönetmen Nicolas Winding Refn’in imzasını taşıyan bu eser, Hollywood’un yüksek tempolu kovalamaca filmlerinin aksine derin melankoli, üzerinde ısrarla durulmuş bir şiddet ve neredeyse acı verici bir sessizlik sunar. Film, Ryan Gosling’in canlandırdığı Driver karakterinin isimsiz, hatta neredeyse mitolojik olan varlığı etrafında dönerek, modern yaşamın kalabalığı içinde kaybolmuş bir adamın kırılgan aşkını ve kaçınılmaz kaderini anlatır.

🛞
Yazı, Drive filmine dair spoiler içermeyecek.

Nicholas Winding Refn'in işinin felsefesi, diyalogları minimumda tutmaya dayanır. Bu da filmdeki atmosferi ve görsel dili maksimuma çıkaran bir etken. Driver'ın sessizliği, onun hem profesyonel tehlikesini hem de duygusal olarak çatırdamaya her an müsait olan iç dünyasını yansıtır. Her bakışı, her mimiksiz yüz ifadesi, uzun monologlardan çok daha fazlasını ifade eder. Drive, izleyiciden sabır talep eden, ancak karşılığında eşsiz bir görsel ve işitsel deneyim vadeden, aslında son derece gerçek bir sinema meditasyonu.

Bu kategoriye ekleyebileceğimiz Baby Driver gibi çok güzel bir örneğimiz de var, fakat bizimki daha gizemli, daha içe kapanık. Daha cool duruyor; anlarsınız işte.

Sessizliğin karizması ve neon estetik

Gosling'in Driver portresi, Batı filmlerindeki isimsiz kahraman tiplemesini çağdaş bir Los Angeles gecesine taşır. Gündüzleri dublörlük yapan, geceleri ise kendi kuralları çerçevesinde var olan bir adamdır. Yüzüne yansıyan o dinginlik, pembe akrep işlemeli ikonik ceketiyle tezat oluşturur ve bizi bu karakterin çift yönlü, potansiyel olarak tehlikeli doğası hakkında sürekli bir merak içinde bırakır. Karakteri kelimelerle iletişim kurmak yerine derdini varlığıyla anlatır.

Filmin estetiği ise başlı başına bir karakter. Los Angeles, Nicholas Winding Refn'ın kadrajında, pastel renklerin ve keskin neon ışıklarının hüküm sürdüğü, tehlikeli ve rüya gibi bir metropol haline gelir. Gosling de bu ışıkları seviyor olacak ki, birkaç yıl sonra 80'lerin ikonik Blade Runner filminin devam hikayesinde izleriz kendisini.

“Başarısızlığı Onun İçin Bir Lütuftu”: ‘Blade Runner (1982)’ Film İncelemesi
Ridley Scott’ın 1982’de vizyona giren kült bilim kurgu klasiği, başarısızlığı sayesinde ölümsüzleşti.

Her dış mekan çekim bir sanat eserini andırırken yavaş çekimler de boş durmuyor ve atmosferin yoğunluğunu artırıyor. Bu ilmek ilmek işlenmiş dünya, Drive'ı geleneksel aksiyon filmlerinden ayırarak onu yeni bir sinema akımının bayrak taşıyıcısı haline getiriyor aynı zamanda.

Müziğin ritmi ve aşk

Drive'ın ruhu, hiç şüphesiz Cliff Martinez'in imzasını taşıyan synthwave müziklerinde gizli. Kavurucu 80'ler tınıları, elektronik ritimler ve melankolik melodiler, Driver'ın yalnızlığını ve arayışını mükemmel bir şekilde özetler. Müzik, sadece bir arka plan unsuru değil, aynı zamanda Gosling'in sessiz performansının duygusal yankısı olarak görev yapar. A Real Hero ve Tick of the Clock gibi parçalar, filmin izleyicinin zihninde kalıcı bir yer edinmesini sağlayan unsurların en başında gelir.

Filmin kalbinde, Driver'ın komşusu Irene’e (Carey Mulligan) duyduğu derin aşkın parçaları da vardır. Irene, onun için ulaşılabilir ve sıradan bir hayatın sembolüdür. Bu masum ve naif ilişki, karakterimizin karanlık mesleği ve Irene'in geri dönen kocasının yarattığı tehdit tarafından hızla zehirlenir. Bu, imkânsız bir aşk hikayesidir; zira Driver'ın dünyası, Irene'in basit ve temiz dünyasıyla asla uyumlu değildir.

Ani şiddet ve kahraman dilemması

Drive'ı sarsıcı yapan şey, bazen can sıkıcı derecede uzun süren fakat aynı zamanda bu dünyaya adapte etmede en çok yardımcı olan sükunet anlarının aniden ve gaddar bir şiddet patlamasıyla kesilmesidir. En çarpıcı örnek de elbette, Driver'ın Irene'i korumak için girdiği meşhur asansör sahnesi. O kısa an, karakterimizin hem bir koruyucu melek hem de kana susamış bir canavar olabileceğini en net şekilde izleyiciye gösterir. Bu vahşet, rastgele veya sebepsiz değildir; tamamen aşk ve sadakat güdüsüyle tetiklenir.

Şiddetse Driver'ın ikili doğasını ortaya çıkarır. Bir yanda bebek bakıcılığı yapacak kadar nazik bir tamirciyken, diğer yanda sevdiğini korumak için en karanlık yollara başvurmaktan çekinmeyen bir intikam meleğidir. Bu karakter, ahlaki gri alanlarda gidip gelir; onun eylemleri ne tamamen iyi ne de tamamen kötüdür, sadece zorunluluğu ön plandadır.

Hollywood klişelerine veda

Bryan Cranston, Albert Brooks, Oscar Isaac ve Ron Perlman gibi usta oyuncuların yer aldığı yardımcı kadro, filmin trajedisini tırmandırmada hayati ve renkli birer rol oynar. Özellikle Albert Brooks’un canlandırdığı Bernie Rose, görünüşünün aksine soğukkanlı ve acımasız bir mafya babasıdır. Bu oyuncular, Driver'ın etrafındaki tehlike çemberini örer ve onu kaçınılmaz sona doğru iteler. Bu, tipik bir Hollywood filmi değildir; burada kaçış yoktur, sadece fedakarlık vardır.

Requiem for a Dream (2000)

Drive, aksiyon sinemasının klişelerinden kasıtlı olarak kaçınır. İzlediğimiz şey büyük bir soygun planı ya da yüksek hızlı araba kovalamacası değil, fedakarlık üzerine bir meditasyondur. Kendi mutluluğunu feda etme pahasına Irene'in güvenliğini garanti altına almayı seçer. Film, sona erdiğinde bir tatmin duygusu değil, yorgun bir melankoli ve huzur karışımı bırakır arkasında. Huzur kısmını biraz daha konu dışında tutarsak bu anlamda Drive'ı birkaç ortak noktasıyla birlikte Requiem for a Dream'e de fazlasıyla benzetiyorum doğrusu.

Zamansız bir deneyim

Sonuç olarak Drive, sadece estetiğiyle değil, aynı zamanda dokunaklı aşk hikayesi ve Driver'ın trajik kaderiyle de izleyicinin zihnine kazınan bir başyapıt. Yönetmen, modern zamanlar için bir kahraman miti yaratmış ve bu kahraman, sessiz, yalnız ve en büyük gücü koruma içgüdüsünden alıyor.

Uzun lafın kısası Drive, sinemanın yalnızca bir hikâye anlatma aracı olmadığını; atmosferi, sessizliği ve müziğiyle izleyicide derin bir etki bırakılabildiğini kanıtlayan, zamana meydan okuyan ve mutlaka deneyimlenmesi gereken bir başyapıt.

Paylaş