Bridget Jones: Mad About the Boy, bir zamanlar yalnız bir kadının hem aşkı hem de kendini bulma yolculuğunu izlediğimiz Bridget'ın, yıllar sonra olgunlaşmış bir şekilde ve daha da derinleşmiş duygularla geri dönüşünü konu alıyor. Henüz okuma fırsatı elde edemedim fakat söylenenlere göre kitap serisi, önceki filmlerden farklı bir tonda ilerlese de, bir o kadar da kalbimizdeki Bridget’ı koruyarak ilerliyor. Özellikle, karakterin mutlu olma çabaları ve yaşamına yeni bir yön verme çabası, izleyiciye ilham vermeye tam gaz devam ediyor.

📔
Yazı, Bridget Jones: Mad About the Boy'dan herhangi bir spoiler içermeyecek fakat filmi izlemediyseniz en azından bir fragmanı izleyip gelmenizi tavsiye ederim.

Bridget'ın bu filmle yaşadığı derin değişim, Mad About the Boy'un belki de en büyük sürprizi. 40'larının sonlarına yaklaşan ve hayatında büyük kayıplar yaşayan bir kadının, yeni bir aşk bulma peşindeki çabası ve mahcubiyeti, izleyiciye sadece Bridget'ın değil, yaşlanmanın getirdiği korkularla baş etmenin ciddi önemini de hatırlatıyor. Tüm bu değişim, yalnızca Bridget’ın yüzeysel bir şekilde aşkla ilgilenmesi değil, duygusal olgunluğunu da ortaya koyuyor. Bu seride, aşkı, aldığı her yaş ile farklı algılayan ve bununla böylesine başa çıkmaya çalışan bir karakter izlememiştik. Bu nedenle Bridget, izleyiciyle bu sefer daha yoğun bir bağ kuruyor ve duygusal yolculuğu bir şekilde bize çok tanıdık geliyor.

Ancak filmdeki en çok dikkat çeken durum, hayatına birden dahil olan yirmi dokuz yaşındaki Roxster. Yaş farkı oldukça belirgin ve özellikle Bridget'ın bu ilişkiye adım atarken yaşadığı içsel çatışmalar, izleyiciye de çözülmesi zor bir duygu karmaşası yaşatıyor. Aşkın yaşı olmasa da, etik sınırlar dahilinde bir ilişkiyi sürdürmenin önemi üstü kapalı bir şekilde vurgulanıyor. Bridget’ın içsel dünyasındaki bu karmaşayı görmek, aslında kadınların hayatlarında sadece ilişkileri değil, bana kalırsa aynı zamanda toplumun onlara yüklediği beklentilerle nasıl başa çıkmaya çalıştıklarını da derinden hissettiriyor.

Filmin, sadece romantik bir komedi olmanın ötesine geçmesi, Bridget'ın bu farklı ilişki dinamiklerini ve toplumsal normları sorgulamasıyla, kendi dünyasında bir tür bireysel bir keşfe çıkmasını sağlıyor. İlişkilerde yaşanan güven sorunları, yaş farkı ve buna bağlı olarak gelişen toplumsal yargılar, filmin temel taşlarını oluşturan şeyler. Film boyunca Bridget’ın bu durumu kabullenme biçimi ve yaşadığı ikilemleri izlemek, karakterin içsel gelişiminde ilerleyişini ve kendine olan güvenini arttırmasını görmek açısından çok doyurucu.

Yine de, karakterimizin bu ilişkideki gelişimi biraz daha derinlemesine ele alınabilirdi diye düşünüyorum. Özellikle bu ilişki, daha önceki filmlerinde olduğu gibi izleyiciyi neşelendiren bir taraf sunmuyor, aksine daha fazla soru işareti bırakıp endişelendiriyor. Fakat bu, karakterin evrimini yansıtmak adına anlamlı bir seçim olmuş. Zira her aşkta olduğu gibi, bu filmde de yaşanacak en önemli şeyin, sadece aşkın kendisi değil, aşk ile birlikte gelen sorumluluklar, gittiğinde yaşanacak kalp kırıklığı ve kişisel değişimin kendisinin olması vurgulanıyor.

Filmin anlatım tarzı, Bridget’ın sesli düşüncelerini ve içsel monologlarını izleyiciyi sürekli bir empati kurmaya yönlendirecek şekilde yapılandırmış. Hem komik hem de düşündüren diyaloglarla zenginleştirilmiş bu cümleler, Bridget’ın içinde bulunduğu zor durumları hafifletiyor. Aynı zamanda, film boyunca karakterimizin duygusal olarak tekrar güçlü bir kadına dönüşmesi, ona olan sempatiyi de arttırıyor elbette.

Bununla birlikte, filmdeki yan karakterler de Bridget’ın ruh halini anlamamıza yardımcı olan önemli figürler. Özellikle eski arkadaşlarıyla olan etkileşimleri, yalnızlık ve toplumsal rollerin üzerine koyduğu baskıları dengelememizi sağlıyor. Bu etkileşimler, Bridget’ın eski “yapılandırılmış” dünyasından nasıl çıkıp, daha özgür bir birey haline geldiğini gösteriyor.

Nihayetinde, Bridget Jones: Mad About the Boy, Bridget’ın hayatını yeniden şekillendirdiği, geçmişiyle ve toplumsal sınırlarla aşkı hayatına yeniden nasıl adapte ettiğini gösterdiği bir yapım olarak karşımıza çıkıyor. Her ne kadar aşkın yaşının olmadığına dair bir mesaj verse de, doğru ilişkilerde etik sınırların önemini gösteriyor. Bridget’ın bu yolculuğunda onu desteklemek, izleyiciye duygusal bir tatmin bırakıyor, çünkü her zaman olduğu gibi, bizler Bridget’ı sadece doğru seçimleri için değil, seçimleriyle gelen hayal kırıklıklarıyla baş etme biçimi için de çok seviyoruz.

Tıpkı Renée Zellweger'ı tekrar Bridget olarak görmek gibi, Hugh Grant’i de Daniel Cleaver olarak, yaş almış ancak bir gram dahi değişmemiş olarak görmek ve Mark Darcy’nin çocuklarına tam anlamıyla amcalık yaptığına şahitlik etmek, belki de filmin en güzel yanıydı. Serinin önceki filmlerine yapılan göndermeler ve minik detaylar, film bittiğinde yüzünüzde kocaman bir gülümseme bırakıyor.

Son olarak, Bridget’ın her ne olursa olsun, neler yaşarsa yaşasın kendini yas tutarken bulması hem doğru hem de acı verici. Yaşadığımız kayıpların ardından verdiğimiz tepki ve iyileşmek için kendimize tanıdığımız süre, kişiden kişiye farklılık gösterir. Mark’ı bir saniye bile aklından çıkarmadan, onun için tuttuğu yasın etrafından kendisine yeni bir hayat şekillendirmeye çalışan Bridget’ın bu konudaki çabası hepimize bir ders olsun.

"Mark Darcy" (Colin Firth), "Bridget Jones" (Renée Zellweger)

Ama gerçekten de yokluğunuz bir başkaymış Mr. Darcy


Yaren’in Köşesi
muggle’lar mı? onlar hiçbir şey görmezler ama çatal batırırsan hissederler. merhaba, ben Yaren. çocukluğumdan beri tutkunu olduğum fantastik dünyalara, filmlere, kitaplara, dizilere ve çizgi romanlara dair videolar yapıyorum. ben bu videoları yaparken çok eğleniyorum, eğer siz de bana eşlik etmek isterseniz, kanalımı takip edebilirsiniz :)
Paylaş