The Last of Us evreninde zaten her bölüm bir hayatta kalma hikâyesi, fakat ikinci sezonun beşinci bölümü Feel Her Love, bu anlatının çok daha derinlerine iniyor: Virüsün artık sadece ısırıklarla değil, nefesle de içimize girebildiği bir gerçekliğe. Ellie ile Dina’nın Seattle’da geçirdiği ikinci gün, atmosferin kelimenin tam anlamıyla zehirli bir hâl aldığı, yalnızca fiziksel değil duygusal olarak da ağır bir bölüme dönüşüyor.

Bölümün açılışı, karşı ekibin perspektifinden kısa ama etkili bir bakış sunuyor. Geriye dönük bu sahneler, izleyiciler olarak bizlerin bir kez daha Seattle’daki tehlikenin yalnızca Ellie ve Dina'nın düşmanları ile sınırlı olmadığını fark etmemizi sağlıyor diyebiliriz. Özellikle sporların havaya karışmış olmasının nedenlerine dair yapılan açıklamalar, sezon boyunca üstü kapalı bırakılan soruları doyurucu biçimde yanıtladı. Doğanın çürümüş haliyle birleşen bu yayılım, insanlığa karşı büyük çapta başka bir tehdidin kapılarını aralıyor.
Zehirli havada aşk bir başkadır...

Elbette Ellie’nin bağışıklığı bu yeni tehdide karşı da bir tür koruma sağlıyor. Ancak onun dışında kalan herkes için artık bir nefes dahi ölümcül olabilir. Bu bölümle birlikte Jesse'nin de dahil olmasıyla, ekibin kalanının bu yeni koşullarda nasıl hareket ettiğini izlemek, seyirciyi güçlü bir gerilim hattına daha bağlıyor. Özellikle Dina’nın Ellie’ye karşı olan korumacı tutumu bu noktada öne çıkıyor ve aralarındaki ilişki daha da derinleşirken, karşılaştıkları yeni tehlike ise bu bağı hem test ediyor hem de güçlendiriyor.

Bölümde ayrıca Firefly kalıntılarından oluşan grubun ardında bıraktığı izlere, hatta birkaç ekip üyesine rastlıyoruz. Fakat asıl dikkat çeken şey, Scar olarak tanıdığımız tarikat üyeleri. Onları önceki bölümlerde ürpertici buluyorduk, ama burada onlarla daha doğrudan ve korkunç bir temas kuruyoruz. İlkel gelenekleri, sessiz iletişim yöntemleri, acımasız disiplinleri ve kelimelere dökemeyecek kadar vahşi infaz biçimleriyle Scar’lar, dizinin "insanlığın karanlık tarafı" temasını bir kez daha hatırlatıyor bize. Gerçek tehlikenin enfekte olmuşlardan değil, inanç uğruna insanlığını yitirmişlerden geldiğini de bir kez daha hatırlıyoruz.

En başa dönüyoruz.
Bölümün temposu özellikle ikinci yarıda bir başka tırmanıyor. Hastane binasına bağlanan sahneler, serinin ilk sezonundan hatırladığımız ve övmelere doyamadığımız klostrofobik atmosferi yeniden yakalıyor. Nefes almanın bile tehlikeli olduğu bu kapalı alanda geçen aksiyon sahnesi, yönetmenliğin zirve yaptığı anlardan biriydi diye düşünüyorum. Kamera açıları, ışık kullanımı ve ses tasarımı, bölümü neredeyse bir korku filmine dönüştürüyor. Ellie’nin kararlılığını da bölümün en etkileyici yanlarından biri sayabiliriz bence.

Rüya mı, gerçek mi?
Ve sonra, Joel… Son sahne, neredeyse bölüm boyunca biriken gerilimi tek bir duygusal anla boşaltıyor. Ellie’nin zihninde mi, yoksa geçmişte yaşanmış bir anı mı, tam emin olamıyoruz. Ama Joel’u görmek… İşte o her şeyi değiştiriyor. Ellie’nin yüzünde gördüğümüz o anlık gülümseme, sevginin ve kaybın iç içe geçtiği çok özel bir duygu halini izleyiciye geçiriyor. Her ne kadar hayali bir gölge olsa da, bu sahne bölümün en yıkıcı ve en insani anıydı belki de.

Bölüm, sadece hikâyeyi ilerletmekle kalmadı, dizinin haritasını bit tık büyüterek dünyasını da daha çok genişletti. Nefes almanın dahi risk haline geldiği bir gerçeklikte karakterlerin umutlarına tutunmalarını izlemek, izleyici için de ayrı bir sınav. Atmosfer, karakter derinliği ve tematik zenginlik açısından, Feel Her Love'ın sezonun en güçlü bölümlerinden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
The Last of Us, bize bir kez daha gösteriyor ki tehlike yalnızca dışarıda değil; içeride, zihnimizde, anılarımızda ve kalbimizde saklı. Ve bazı anlar, tıpkı Joel’un göründüğü o son kare gibi, kalbimizde bir sızı olarak bizimle kalıyor. Ya da yaşamımıza devam edebilmek adına, geçmiş gitmiş olan o anlara tutunuyoruz...
Yorumlar