Televizyon dünyasının bazı işleri vardır, ilk bölümde koltuğa mıhlamaz belki ama bir bakmışsınız gecenin üçünde "bir bölüm daha" diyerek ekran başındasınız. Özellikle de o finali izledikten sonra sindirmesi çok uzun süren Sons of Anarchy, tam da böyle bir dizi.
Başta sadece bir motosiklet çetesinin hikâyesi gibi görünebilir ama birkaç bölüm sonrasında anlatının derinlerine indikçe, karakterlerin katmanları arasında dolaşmaya devam ettikçe, işlenen tema istemsizce içine çekmeye başlıyor. Bu dizi, sadece bir aksiyon dizisi değil; bir ailenin, bir kulübün, bir ahlak sisteminin ve genç bir adamın kimlik arayışı aynı zamanda.

Dizinin merkezinde bir motosiklet kulübü olsa da bu, sıradan bir "vur, kır, parçala" anlatısı değil. Aksiyonu bol evet, ama her çatışmanın, her kararın bir bedeli var. Karakterler şiddeti öylesine değil, inandıkları şeyleri korumak için tercih ediyor. Bu yönüyle Sons of Anarchy, seyirciye kolay hazmedilebilen bir dünya sunmuyor, aksine, sizi sürekli sorgulamaya ve yorgunluğa iten bir havası var. "Doğru nedir? Adalet neye göre şekillenir?" gibi sorular, dizinin arka planında hep dolaşıyor.
SAMCRO

Dizinin merkezinde Kaliforniya’nın küçük kasabası Charming Town'da faaliyet gösteren motosiklet kulübü SAMCRO var. Kulüp, yasa dışı işlerin içinde olsa da kendi içinde katı kuralları, bağlılık anlayışı ve bir tür adalet sistemiyle işliyor. Hikâye, kulübün başkan yardımcısı Jax Teller’ın gözünden anlatılıyor ve Jax, bir yandan kulübün, babasından miras kalan ideallerine sadık kalmaya çalışırken, diğer yandan etrafındaki karanlık dünyayla yüzleşmeye çalışıp ama aynı zamanda kendi hayatını yaşamaya çalışan genç bir adamın kalbini de büyütmeye çalışıyor. Devam eden sezonlarda ise bu çatışma, hem kişisel hem toplumsal ölçekte sorgulamalarla dolu bir yolculuğa dönüşüyor.

Dizi, bir karakterin dönüşüm hikâyesi olarak izlenebilir. Hatta vurdu kırdıdan hoşlanmayan herkes bu diziye böyle bakmalı bence. Çünkü aksiyonu çıkarttığımız zaman Sons of Anarchy'de geriye koskocaman bir trajedi kalıyor. Her sezon, merkezdeki karakterin içsel çatışmalarını daha da derinleştiriyor. Aile bağları, baba-oğul, anne-oğul ilişkisi, sadakat ve ihanet işleyişi, fazlasıyla dramatik ama asla yapay değil. Kurgusu da gerçekçiliği destekliyor, hiçbir karakter siyah ya da beyaz değil. Herkesin bir motivasyonu, bir geçmişi, bir zaafı var. Belki de bu unsurlar diziye bağlanmayı bu kadar kolay yapıyor.
The White Buffalo

Bir diğer dikkat çeken unsur, şarkı seçimleri. Dizi boyunca kullanılan müzikler, adeta sahnelerin ruhunu tamamlayan birer karakter gibi. Özellikle bu diziyle tanımış olduğum The White Buffalo'nun sözleri ve tınıları Jax'in başından geçenlerle o kadar güzel özdeşleşiyor ki... Öylesine yerleştirilmiş parçalar değil; her biri, anlatıyı taşıyan ve hissettiren bir parça olarak yer alıyor hikâyemizde. Kimi zaman bir vedayı, kimi zaman bir ihaneti, kimi zamansa bir zaferi sadece müzikle iletebiliyor.
Dizi içerisinde çalan ya da bana Sons of Anarchy'yi anımsatan "dinlemesi zor" şarkıları şu listede bir araya getirmiştim, dilerseniz göz atabilirsiniz.

Sons of Anarchy, "gerçekçilik" kelimesini gerçekten ciddiye alan bir yapım. Karakterler sadece hikâyenin ilerlemesi için orada değil; gerçekten varlarmış gibi hissettiriyorlar. Sanırım burada da, Otto karakterine hayat veren ama aslında dizinin ardındaki koca beyin olan Kurt Sutter'a teşekkürlerimizi sunmamız gerekiyor. Bu kadar katı görünen bir eserin arkası anca bu kadar duygu yüklü olabilir çünkü. Burada sırf heyecan katsın diye absürt kararlar alınmıyor ya da kahramanlık uğruna kurallar esnetilmiyor. Hatalar yapılıyor, ağır sonuçları yaşanıyor ve kimse dokunulmaz değil. Bu da diziyi izlerken seyircide bir tür "gerçek dünyada da böyle olurdu, ya da belki de gerçekten oldu" hissi yaratıyor.
Ah Jackie boy...

Şiddetin sadece fiziksel değil, psikolojik boyutlarını da gösteriyor dizi. Karakterlerin üzerindeki yükler, aldıkları kararların vicdani ağırlığı, bazen tek bir bakışla bile anlatılıyor. Oyunculuklar bu noktada çok güçlü; özellikle Jax'in iç çatışmalarını yüzünden okumak mümkün. Hele öyle bir sahne var ki... Bu cümleleri ne kadar gönülden yazdığımı tahmin edemezsiniz. Eğer bu yazıyı okuduktan sonra diziye başlama kararı alırsanız, emin olun dizinin son sezonlarına yanaştığınızda hangi sahne olduğunu çok iyi anlayacaksınız. O sırada gözünüzden bir damla yaş düşerken de belki bu cümlelerimi hatırlarsınız, kim bilir?..
İşin politik ve sosyal altyapısını da unutmamak gerek. Sistem karşıtlığı, polisin, adaletin sorgulanması, toplumun iki yüzlülüğü gibi konular dizi boyunca kendine birçok noktada yer buluyor. Ama bunu seyircinin gözüne sokmadan, akıllıca örülmüş bir hikâyenin içinde yapıyor. Bu da Sons of Anarchy’yi ağır bir drama olmaktan çıkarıp yoğun bir toplum eleştirisi eseri haline getiriyor.

Come Join the Murder
Ve belki de en etkileyici yanı şu; dizi başladığı yere dönmüyor, orayı yeniden düzenliyor, gelip gidenlerin hikâyelerini anlatıyor ve özetle tanımlıyor. Ama şunu da çok iyi gösteriyor; o an çoktan yaşandı bitti, aynı yollardan bir daha geçebilirsin belki ama giden zamanı geri getiremezsin.
Final sezonu, çoğu yapımın başaramadığı bir şeyi başarıyor; hikâyeyi hem duygusal hem tematik olarak tamamlıyor. Ne seyirciyi kandırıyor, ne fazladan güzellemeler yapıyor, ne pembe panjurlu evler vadediyor ne de karakterlerine ihanet ediyor. Son bölümde, başından beri örülen hikâyenin ağırlığı bir yumruk gibi oturuyor içinize. Ama o yumruk yarım kalmışlık değil, tam tersine bir "işte böyle bitmeliymiş" hissi de bırakıyor. Zaten zor olan da onu kabullenmek.

Eğer güçlü karakterler, dramatik ve olmaz olası bir miras ve altına imzamı atarak söylüyorum ki sağlam bir final arıyorsanız, aklıma Sons of Anarchy'den daha iyi bir şey gerçekten gelmiyor. Yalnızca bir motosiklet çetesi değil; bir ailenin, bir ideolojinin ve hayatı gittikçe bataklığın içine gömülen bir adamın öyküsü bu. Sabredin, içine girdikçe ne kadar özel bir iş olduğunu fark edeceksiniz. Belki de düşündüğünüzden daha fazla bağrınıza basacaksınız Jax'i.
Yorumlar