Tom Cruise ve Brad Pitt’in 1994 yılında izleyiciyle buluşan ikonik vampirlerini hatırlarsınız. O Interview with the Vampire'da harika kostümler, performanslar, müzikler ve hikâye sonucunda ortaya mükemmelden sadece bir tık uzak diyebileceğimiz bir iş çıkmıştı.
Vampir Louis’nin gazeteci Daniel Molloy ile yaptığı röportaj aracılığıyla Lestat de Lioncourt ve Louis de Pointe du Lac’i bir araya getiren yüzyıllar öncesine dayanan olaylar dizisinin anlatıldığı bu hikâye, Jacob Anderson ve Sam Reid’in başrollerini paylaştığı yeni dönem Interview with the Vampire’ı ile bambaşka bir boyuta taşınmış.
Geride bıraktığımız yaz aylarında ikinci sezon finali yayınlanan dizi, haklı olarak hemen ardından üçüncü sezon onayını alıverdi.
Vampir külliyatının hem okuma hem de izlence yönünden dibini sıyırmış biri olarak, iki sezonunu da bir çırpıda bitirdiğim Interview with the Vampire hakkında birkaç kelam edeceğim ancak yazı boyunca sadece methiyeler dizmek istediğimi de özellikle belirteyim. Ve inanın, bu benim herhangi bir şey izlerken kendimi içerisinde sık bulduğum bir ruh hali asla değildir.
Dizi, başrolümüz Louis de Pointe du Lac’in, hikâyesini tüm dünyaya duyurmak için ulaştığı genç gazeteci Daniel Malloy ile, onun henüz toy ve tecrübesiz bir delikanlı olması dolayısıyla yarıda kestiği röportajına, üzerinden uzun yıllar geçtikten sonra, bu sefer daha doğru biçimde anlatmak amacıyla ona tekrar ulaşmasıyla başlıyor.
Interview with the Vampire, 1910’lu yılların New Orleans’ında başarılı bir girişimci olarak varlığını sürdürmeye çalışan bir adam olan Louis’yi, siyahi olması dolayısıyla maruz kaldığı ayrımcılıklar, eşcinsel olması dolayısıyla kendi ailesi içerisinde dahi karşılaştığı ötekileştirilme ve genel olarak çektiği varoluş sancıları aracılığıyla da acı içerisindeki genç bir adam olarak tanıtıyor.
“Varoluş zordur, bunu kolaylaştırmanın her yolu da kendi şeytanlarıyla birlikte gelir. Sadece hangi şeytanla yaşayabileceğinize karar vermelisiniz.”
Dizinin bir diğer yıldızı Lestat de Lioncourt ise, kadraja girdiği an hikâyenin tonunu ve tutkusu baştan aşağıya yeniden tasarlayan, son derece büyülü bir karakter. Aksanlı, eğlenceli, korkutucu ve kendine fazlasıyla güvenen bu klas yabancı, sadece zihin okuyabilen bir vampir olarak değil, Louis’nin solgun hayatına getirdiği renk dolayısıyla da seyir zevkini doruklara çıkartan bir karakter olarak görev yapıyor.
Bu yapımda, Neil Jordan’ın 1994 yapımı Vampirle Görüşme’sinde de aklımızı çelen fakat bir türlü değinilemeyen, aslında hikâyenin temelini besleyen çok önemli bir detayla karşılaşıyoruz: Louis ve Lestat arasındaki tutku dolu hisler.
İlk versiyonunda eksikliği büyük ölçüde hissedilen ve hikâyenin bu uyarlamasında ise varlığıyla kesinlikle tamamlanmış hissettiren en önemli şey, karakterlerimiz arasındaki önlenemez duygular.
Eşcinsellik mevzusu özelinde konuşursak, otuz yıl öncesinde bu durumu beyaz perdeye taşımak şimdiki kadar kolay olmayabilirdi. Belki de siz de bu konuya hala önyargıyla yaklaşan kişilerdesiniz, bilemiyorum. Empati yapma konusunda ne kadar hassassınız ya da bu konudaki saf düşünceleriniz nedir onu da bilemem. Fakat hangi konuda ne kadar katı olursanız olun, sizden özel olarak bu diziye başlamadan önce bu hislerinizi bir kenarda bırakmanızı rica edeceğim. Karakterlere herhangi bir sosyal dönem kimliği yüklemeden ya da cinsiyet normları atamadan izlediğiniz taktirde, hayatınızda görebileceğiniz en güçlü en yoğun duygulara şahit olacağınızı garanti ediyorum.
Elbette bu sadece bir aşk hikâyesi değil. Çoğu zaman ihanetin esiri olan duyguların kendini bulma yolcuğunda uğradığı duraklar sarmalı olarak tanımlamak eminim ki çok daha doğru olacak.
İlk ve ikinci sezonun son bölümlerinde yaşadığım duygu değişimlerini tarif etmede güçlük çektiğimi söyleyebilirim. Sindirmesi çok zor bir nankörlük ve onun sonucunda ortaya çıkan bir ihanet, sizin bunu kişisel algılayıp kinlenmemeniz için de hiçbir sebep yok. Hatta öyle ki, böyle bir olay benim başıma gelseydi, o karakterimiz kadar bağışlayıcı olamazdım diye tahmin ediyorum.
Tek bir kişi hariç oyuncuların her birinin canlandırdıkları karakterler için biçilmiş kaftan olduğunu da eklemem gerek. Sadece Armand karakterine hayat veren Assad Zaman’a, karakter bir on beden kadar beden büyük gelmiş. Orijinalinde Antonio Banderas’ın canlandırdığı Armand’ın asaletini bulamadım Zaman’ınkinde.
Hikâyenin çok büyük bir kısmında kendine yer edinen Claudia’nın da çok sinir bozucu bir karakter olduğunu düşünüyorum. İlk sezonda Bailey Bass, ikinci sezonda ise Delainey Hayles tarafından canlandırılan karakterin, orijinal filmi tekrar izledikten daha sonrasında zaten tam da böyle bir karakter olması gerektiğini hatırladım. Böylelikle iki oyuncu da tıpkı o yıllarda küçücük bir çocuk olan Kirsten Dunst gibi ortaya çok iyi iş çıkartmış diyebiliriz herhalde.
Louis de Point du Lac, Game of Thrones (2011-2019)’da Grey Worm karakteriyle hayatımıza giren Jacob Anderson tarafından canlandırılıyor. Oradaki kısıtlı süresine rağmen son derece iyi performanslar ortaya çıkardığını hatırladığımız oyuncu, burada resmen daha fazlasını yapabileceğini gösterme fırsatı elde etmiş. Karaktere de kesinlikle çok yakışmış.
Ancak, bahsedeceğim öyle bir isim var ki, ana karakter bile olmamasına rağmen bu isimlerin her birini gölgede bırakıyor: Lestat de Lioncourt.
İlk kez bu diziyle tanımış olduğum Sam Reid tarafından canlandırılan karakteri övmek için hangi kilit kelimeleri kullanmam gerektiğine inanın karar veremiyorum. Lestat mükemmel biri değil, hatta aslına bakarsanız iyi biri bile değil. Kadın ya da çocuk ayırmadan, acıma duygusu barındırmadan, sadece damak tadının keyfine bakan, o geceyi neyle veya kimle geçirmek isterse ona göre hareket eden, kendinden başka kimseyi düşünmeyen biri. En azından bir süreliğine.
Fakat oyuncuda öyle bir sahne ışığı var ki en son, karakteriyle bu kadar özdeşleşerek performans sergileyen bir oyuncu ne zaman gördüm hatırlamıyorum.
Bu bir "ergen" dizisi değil, onları da çok severek tüketen bir izleyici olarak şunu söyleyebilirim; şimdiye kadar izlediğim en gerçekçi, en duygulu, en çok empati yaptıran vampirler kesinlikle bu dizide.
Bir diğer güzel detay da Daniel Molloy’un ta kendisi. Bu kadar az ekran süresine ve iki vahşi vampir karşısında oturuyor olmasına rağmen o kadar asi ve iğneleyici bir tavrı var ki, bir şekilde rol çalmayı başarıyor. Ayrıca gençliğini canlandıran oyuncuyla benzerliklerine de dikkat çekmek istiyorum. Şu oyuncu seçimlerinin güzelliğine bakar mısınız?
Geçmiş ve gelecek anlatımı, gerçek hayattan dahil edilen detayları, müthiş makyajları, harika kostümleri ve rönesans esintili dönem müziğinin ön planda olduğu bu dizi, benim kesinlikle bu yıl izlediğim en iyi şeylerden biriydi.
Anne Rice imzalı Immortal Evreni’ndeki diğer dizileri izlemek ve yazarın diğer kitaplarını okumak için de ayrıca sabırsızlanıyorum.
Son olarak Interview with the Vampire hakkındaki tek şikâyetim, onu daha fazla izleyicinin izlememesi olacak. Siz onlardan olmayın ve kendinizi bu eserden mahrum bırakmayın derim. Çok büyük ihtimalle, büyük bir efsanenin başlangıcına şahitlik ediyoruz. Şimdiden keyifli seyirler dilerim. 🧛🏻♀️
Yorumlar