Prime Video’nun geçtiğimiz günlerde yayına giren The Girlfriend dizisi, izleyiciyi daha ilk dakikadan huzursuz eden bir atmosferin içine bırakıyor. Michelle Francis’in 2017 tarihli romanından uyarlanan dizi, Gabby Asher ve Naomi Sheldon’un elinde rahatsız edici bir aile dramına dönüşmüş. Merkezinde oğlunu paylaşmak istemeyen bir anne, onun yeni sevgilisi ve bu üçgenin içinde her yerden sıkıştırılmış olan bir oğul var. Ancak işin tuhaf kısmı, ortada tek taraflı bir çarpıklık yok; her karakter kendi bozuk tarafını sahneye taşıyor.
Hastalıklı bir bağ

Robin Wright’ın canlandırdığı Laura, oğlunu fazlasıyla sahiplenmiş, kıskançlığıyla nefes aldırmayan bir anne. Olivia Cooke’un Cherry’si ise akıllı, çekici ve hırslı bir genç kadın. Bu ikisi arasında kalan Daniel ise 27 yaşında olmasına rağmen hâlâ annesinin gölgesinde yaşayan, bağımsızlığını kazanamamış genç bir doktor. İşte bu üçlü denklem, diziyi izlerken sürekli diken üstünde hissetmenize yol açan temel şeyler.
Laura’nın oğluna yaklaşımı sadece baskıcı değil, zaman zaman sınır ihlali sayılabilecek kadar ileri gidiyor. Bakışlar, tavırlar, kontrolcü müdahaleler… Hepsi, izleyiciyi rahatsız etmeyi amaçlayan bir bilinçle ekrana taşınmış. Dizinin en çarpıcı yanı da burada; karakterlerin hiçbirinin tamamen masum olmaması. Ve elbette Cherry’nin de geçmişinde sakladığı sırlarıyla birlikte manipülatif ve tehlikeli yanları var.

Ne var ki bu gri karakter çizimleri çoğu zaman inandırıcı olmaktan uzaklaşıyor. Normalde gri bölge bize kendimizden bir şeyler hatırlatır ve böylelikle empati kurmamıza olanak tanır. The Girlfriend ise tam aksine, izleyiciyi sürekli bir itme-çekme arasında bırakıyor. Sonuçta ortaya çıkan şey, karakterlere bağlanmak yerine onlardan soğumamız oluyor.
Evrensel bir konu

Anne-oğul ilişkilerindeki bağımlılık hâli, kültür fark etmeksizin pek çok toplumda rastlanabilecek bir mesele. Dizinin buradan yola çıkarak bu kadar rahatsız edici bir tablo çizebilmesi aslında güçlü bir tercih. Özellikle "oğlunu paylaşamayan anne" fikri, dramatik olarak potansiyeli yüksek bir alan. Fakat bu potansiyel, hikâye ilerledikçe başka etkenlerle farklı yönlere savruluyor.
Cherry’nin sınıf atlama çabası, zengin oğlan-fakir kız formülünün modern bir yorumu gibi. Ancak bu klişeye rağmen dizinin sürükleyici kalmasının sebebi, karakterler arasındaki güç savaşlarının her bölümde yeniden şekillenmesi. Kimin haklı kimin haksız olduğuna dair net bir cevap bulamıyor, ama sürekli sorgulamaya devam ediyorsunuz.
İrrite etme üzerine...

Dizi altı bölüm boyunca tempoyu düşürmeden ilerliyor. Atmosfer, özellikle ilk dakikalardan itibaren sürekli bir tedirginlik hissi yaratıyor. O tedirginlik, sadece hikâyeden değil müzik seçimlerinden de besleniyor. Fakat burada işler biraz karışık. Çünkü kullanılan şarkılar, eğer bilinçli bir rahatsız etme amacı taşımıyorsa kulağa gerçekten çok kötü geliyor. İzleyiciye "bilinçli bir tercih mi, yoksa basit bir yanlış mı?" sorusunu sorduracak kadar sorunlu seçimler var.
Yine de görsel dilin ve yönetmenliğin bu rahatsızlık duygusunu desteklediğini söylemek lazım. Kamera kullanımı, sıkışmışlık hissini başarıyla aktarmış.
İç savaşlar

Cherry’nin karakterinde dikkat çeken nokta, onun neredeyse kadın bir Joe Goldberg olarak tanıtılması, ama aynı zamanda o kadar da vahşi bir yanının bulunmaması. Bu ara hâl, izleyiciyi bir süreliğine meşgul ediyor. Evet, vermiş oldukları belirsizlik fazlasıyla meraklandırıcı fakat dizi ilerledikçe ve sorularımıza yeterli cevap bulamadıkça Cherry’nin bu gri tonu da yeterince derinleşmediği için sönükleşiyor.
Daniel ise dizinin en gizli ama en problemli karakterlerden. Çünkü yaşına rağmen hala annesinin kontrolüne bu kadar teslim olmuş biçimde durması, insanı ciddi anlamda rahatsız ediyor. Anlayışla karşılanacak bir bağımlılık yok, bildiğimiz tuhaf bir anne-oğul ilişkisiyle karşı karşıyayız ve bir noktada "artık kendi sınırını koy" demek istiyoruz.

Hem güç, hem zayıflık
Dizi, toksik bir anne-oğul ilişkisini ve kıskançlıkla beslenen sevgili çatışmasını ekrana taşımada son derece cesur. Bu açıdan güçlü. Ancak yan unsurlarda özellikle müzik, yan karakterler ve mantık örgüsü zayıf kalıyor. Bazı olaylar öylesine absürt ilerliyor ki, onlar yüzünden, zaten yeterince garip olan hikâye bu sefer inandırıcılığını da kaybediyor.
Yine de hem Laura’nın hem de Cherry’nin bakış açısından olayları izleyebilmemiz, anlatıya taze bir katman eklemiş. İki tarafı da anlamaya çalışmak, olayları onların gözünden seyretmek, dizinin en önemli artısı. Çünkü, belki de tek taraflı bir hikâye olsaydı, bu kadar akıcı bir deneyim sunamazdı bize.
Genel bakış

Altı bölümlük kısa bir yapım olması, diziyi kolay tüketilebilir hâle getiriyor. Finalde açık bir kapı bırakılmış olması ise yeni bir sezon ihtimalini gündeme getiriyor. Gelirse izlenir mi? Evet, ama daha toparlanmış, daha tutarlı bir senaryoya ihtiyaç duyulacağı kesin.
Sonuç olarak karşımızda rahatsız edici bir hikâye arayanlara hitap eden ama aynı zamanda boşluklarıyla tartışma yaratan bir dizi var. Manipülasyon, kıskançlık ve bağımlılık üzerinden sert bir tablo çiziliyor. Ancak gri karakter yaratma çabası ve teknik tercihler, onu ne yazık ki potansiyelinin gerisinde bırakmış.
The Girlfriend, izleyicide huzursuzluk bırakmayı amaçlayan bir yapım; ama bazı hataları yüzünden iz bırakan bir şaheser olarak değil, muhtemelen rahatsız ediciliği ve uyandırdığı merak dolayısıyla sonuna kadar tahammül ettiğimiz kısa bir deneyim olarak akıllarda kalacak.
Yorumlar