Korku sineması, çoğu zaman ani ses efektleri ve yüzeysel "jump scare"larla izleyiciyi kendine çekmeye çalışır. Ama Hereditary öyle değil. Bu film, kalbinin tam ortasına gömülü bir boşlukla doğuyor ve o boşluğu izleyicinin içine işleyerek büyütüyor. Sarsıcı bir ölüm haberiyle başlıyor her şey. Büyükannenin kaybı. Tanıdık, sade bir açılış. Ancak bu kaybın karakterlerin dünyasında ve bizim içsel huzurumuzda yaratacağı depremin boyutu, asıl korkunun nerede başladığını sorgulatıyor. Çünkü Hereditary, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı bir yapı kurmaya niyet etmiş. Bu yapı, sıradan bir aile dramından metafizik bir felakete doğru evrilirken, izleyiciyi de bu kâbusun en yakın tanıklarından biri konumuna oturtuyor.

🧌
Yazı, Hereditary filmine dair herhangi bir spoiler içermeyecek.

Bir ailenin çöküşü

Filmin temelinde dört kişilik bir çekirdek aile var. Bir baba, bir anne, bir oğul ve küçük bir kız. Her biri yas tutma biçimiyle ve iletişimleriyle izleyicide ayrı ayrı huzursuzluk yaratıyor. Özellikle Toni Collette’in canlandırdığı Annie karakteri… Onun o ilk bakışta sıradan, içe dönük haliyle başlayan performansı zaman geçtikçe bir volkan gibi içten içe kabarıyor, patlıyor, dağılıyor. Kimi sahnelerde çırpınışına şahit olurken onunla beraber nefes almakta zorlanıyorsunuz. Bunu sadece bir performans olarak nitelendirmek, oyuncunun kendisine ayıp olur diye düşünüyorum. Şimdiye kadar kendisini hep yan rollerde izlemiştim. Dibimizde duran böyle bir cevheri şimdi görmüş olmak, ya da kendi adıma konuşmam gerekirse; bu filmi bu kadar geç izlemiş olmak bence fazlasıyla üzücü. Şapka çıkarttıracak derecede başarılı, unutulmaz bir oyunculuk izliyoruz kendisinden.

Hereditary, görünürde sıradan bir yas hikâyesi gibi başlıyor. Aile büyüklerinden birinin kaybıyla sarsılan Graham ailesi, bu ölümün ardından kendi iç dünyalarındaki çatlaklarla yüzleşmek zorunda kalıyor. Ancak bu yas süreci ilerledikçe geçmişten bugüne taşınan karanlık sırlar, açıklanamayan olaylar ve giderek yoğunlaşan huzursuzluk dalgası evin atmosferini tamamen değiştiriyor. Ailenin her bireyi farklı biçimlerde etkilenirken, onları bekleyen şeyin yalnızca psikolojik bir yıkım mı yoksa çok daha derin ve ürkütücü bir gerçeklik mi olduğu sorusu giderek ağırlaşıyor.

Hereditary kelimesi de filmin isminde saklı duran bir ipucu gibi. Kalıtsal olan sadece genetik miraslar değil, aynı zamanda travmalar, inançlar, suskunluklar, bastırılmış duygular hatta bazen de kendi ellerimizle çağırdığımız görünmez lanetler. Bize aktarılan tek şey göz rengi ya da hastalıklar değil; acılar da nesilden nesile aktarılıyor. Film de bunu anlatıyor zaten. Ama Türkçeye Ayin olarak çevrilmesi, bu çok katmanlı anlatının yalnızca en sonda karşımıza çıkan yüzeyine odaklanıyor. Oysa film daha önce başlıyor anlatmaya, çok çok daha önce.

Doğaüstü ve içsel korkular

İlk yarı boyunca izleyiciyi küçük ipuçlarıyla oyalayan bir yapı var. Bazen ritmi yavaş, hatta kopuk gibi hissedebiliyoruz. Ama bu bir kusur değil. Tam tersine, bu kopukluk duygusu karakterlerin iç dünyasındaki kaosun bir yansıması. Bizi hazırlıksız yakalamak için bilinçli bir yapı kurulmuş gibi. Ne olduğunu anlayamadan bir olayın içinde buluyoruz kendimizi. Sonrasında büyük bir olay daha yaşanıyor ve güm. Ne hissetmemiz gerektiğini bile bilemiyoruz. Bunlar bence Hereditary’i yalnızca izlenen değil, yaşanan bir filme dönüştürüyor. Çünkü filmin ikinci kısmı, ilk kısmın aksine adeta bir girdap gibi içerisine çekiyor. Ayrıca doğaüstü olayları o kadar organik bir biçimde hayatın içine yediriyor ki, gerçeklik duygusunun nerede başladığını, paranoyanın nerede bittiğini fark etmek neredeyse imkânsız kalıyor.

Tüm bu kaotik atmosferin içinde, görsellik öyle yerli yerinde ve amacına hizmet eder şekilde kullanılmış ki… Ev dizaynı, ışıklandırma, kamera açıları, her şey bilinçli birer tercihle donatılmış. Çekimlerin soğukluğu ve zaman zaman minyatür ev maketleriyle yapılan geçişler, izleyicinin zihnine "kontrolsüzlük" hissini kazımakta oldukça etkili. Seyirci olarak kendimizi bir maketin içinde sıkışmış gibi hissediyoruz. Sanki bir güç bizi yukarıdan izliyor ve yönlendiriyor. 

Sessizlikte gizlenen suratlar

Bu filmi izlerken zaman zaman ekrana, çoğu zaman da ekran dışındaki herhangi bir yere baktığımı fark ettim. Sadece korkudan değil. Şaşkınlıktan, tiksintiden, "ya gerçeklerse?" endişesinden. Çünkü Hereditary öyle anlar sunuyor ki, korkunun çok ötesinde; bir kaybın, sonrasında bize yaşatabileceği sapmalarla ortaya çıkan sıkıntıların hücrelerimize işlemesini izliyoruz. O küçük kızın başına gelenler, annenin çaresizlikle karışık öfkesi, babanın panik hali, oğlun giderek çizgisinden çıkan ruh hali derken her bir detay, hem duygusal yankı hem de endişe verici huzursuzluk yaratıyor.

Ve bu noktada Toni Collette’e tekrar dönmek istiyorum. Performansı yalnızca çığlıklarla ya da ağlayışlarla değil, sessizliğiyle, yüz ifadesindeki şaşkınlıkla tamamlanıyor. Yalnızca gözüne düşen bir gölgeyle bile izleyiciyi dehşete düşürüyor. Acıyı oynamıyor, yaşıyor. Bu kadar yoğun bir atmosferin içinde bir karakterin bu kadar sahici olması gerçekten büyük bir başarı.

Yerli yerine oturan parçalar

Filmin sonuna geldiğimizde her şey açıklığa kavuşuyor. Ama bu açıklık, her şeyi kolaylaştırmıyor. Aksine, anlamak daha da ürkütücü bir hâl alıyor. Bütünüyle çözülen bir bilmece gibi değil bu film. Parçaları yerine oturduğunda dahi, sanki başka bir parçayı daha eksik bırakıyor. Bu his ise bir eksiklik değil; aksine filmin niyetinin tam karşılığı. Çünkü Hereditary, cevaptan çok soru soran, çözümden çok çatışma sunan bir yapım. Travmalarla yüzleşmenin, kaderle barışamamanın, suçlulukla yaşamaya çalışmanın ve bazı şeylerin de bizlere bağlı olmamasının korkunç tarafını anlatıyor.

Paranormal olaylara ne kadar inanırsınız bilmiyorum. Ama bu film öyle bir hikâye sunuyor ki, en mantıklı, en akılcı yanınızı bile köşeye sıkıştırıyor. Olayları doğaüstüne yormak burada bir kaçış değil; belki de tek açıklama gibi bir şey. Çünkü filmin içinde bulunduğu dünya mantığın sınırlarını zorlarken, kendi gerçekliğini kurmakta oldukça kararlı.

Kan donduran bir final

Şimdiye kadar izlemekten ödümün patladığı Hereditary'i nihayet bitirebildim ve benim için türünün en başarılı örneklerinden biri oldu. Evet, ürkütücü. Evet, izlerken içim daraldı, nefesim kesildi. Ama asıl güçlü yanı bu değil. Asıl güçlü yanı, korkuyu yalnızca bir araç olarak kullanması. Asıl mesele, bu korkunun nereye bağlandığı. Aile dinamiklerine, yas sürecine, bastırılmış travmalara, suçluluğa, yalnızlığa, kaderin ağırlığına… Film ilerledikçe izleyici de değişiyor. Tıpkı karakterler gibi. En başta ne düşündüğümü hatırlamıyorum bile. Ama final sahnesinde hissettiklerimi çok net hatırlıyorum.

Klişe bir korku filmi arayanlar için değil Hereditary. Bu film sinir sisteminizle, inançlarınızla, geçmişinizle, duygularınızla oynamaya gelen bir iş. Ari Aster’ın ilk uzun metrajında bu kadar olgun ve bütünlüklü bir yapı kurması ise hem ürkütücü, hem de umut verici. Çünkü bu film, yalnızca iyi bir ilk film değil, aynı zamanda bir tür manifestosu. Ve eğer korkunun yalnızca karanlık bir odada değil, insanın içinde doğduğuna inanıyorsanız, Hereditary tam size göre.

Ama dikkat, bu film bittiğinde gerçekten de bir şeyler içinizde kalacak. Acaba onlar da kalıtsal olabilir mi?. Kim bilir.

Paylaş