Sinemanın sadece görsel bir anlatı değil, aynı zamanda derin bir iç yolculuk olduğuna inanan biri olarak, Vertigo'nun benim için bir filmden fazlası olduğunu belirtmem gerek. İlk saniyelerden itibaren beni zihinsel bir bulmacanın içine çektiğini ve bu bulmacanın son jeneriğe kadar çözülmekten ziyade içime işlediğini hissettim. Alfred Hitchcock burada yalnızca bir hikâye anlatmıyor, izleyicisini adım adım psikolojik bir labirentin içine çekiyor. Ve bu labirentte kaybolmak, rahatsız edici olduğu kadar büyüleyici de.

🧥
Yazı, Vertigo filmine herhangi bir spoiler içermiyor.

Vertigo'nun atmosferi öyle bir titizlikle donatılmış ki, 1958 gibi bir yılda çekilmiş olduğuna inanmak güç. Renk paletleri, kamera açıları, kullanılan müzik… Her bir öğe gerilimi ince ince inşa etmiş. Öyle yüksek sesli bir korku ya da ani şoklar yok bu filmde. Aksine, huzursuzluk sahnelerin arasından sinsi bir şekilde sızıyor ve fark etmeden çoktan zihninize yerleşmiş oluyor. Bu da Hitchcock’un ustalığı diyebiliriz, korkuyu bağırarak değil, fısıldayarak veriyor izleyiciye.

San Francisco’nun sisli sokaklarında geçen film, yükseklik korkusu yüzünden mesleğini bırakan eski dedektif Scottie’nin, eski bir arkadaşının gizemli karısını takip etmeyi görev edinmesiyle başlıyor. Ancak bu basit gibi görünen görev, kısa sürede bir takıntıya, hatta varoluşsal bir krize dönüşüyor.

Scottie rolünde James Stewart, alışık olduğumuz sempatik yüzünü bambaşka bir karanlıkla buluşturuyor. İzleyiciyi karakterin ruhsal çöküşüne öyle ikna edici bir şekilde ortak ediyor ki, zaman zaman onunla empati mi kuruyoruz yoksa onu yargılıyor muyuz, karar vermek gittikçe zorlaşıyor. Madeleine karakterine hayat veren Kim Novak ise hem büyüleyici hem de erişilmez bir figür olarak karşımızda. Onun gizemli duruşu, filmin sadece anlatısını değil, özellikle ikinci perdede atmosferini de şekillendiriyor. Karakterlerin bu kadar katmanlı oluşu, Hitchcock’un anlatısına sinematografik olduğu kadar felsefi birer derinlik de kazandırıyor.

Vertigo yalnızca bir dedektiflik hikâyesi değil, aynı zamanda ahlaki sorularla dolu bir iç çatışma. Karakterler ne kadar dışarıdan güçlü görünseler de içlerinde kırılganlıkla boğuşuyorlar. Ve Hitchcock bunu seyirciden saklamıyor. Tam tersine, izleyicisini o kırılganlıklarla yüzleştiriyor. "Sen olsaydın ne yapardın?" sorusunu her sahnede sessizce fısıldıyor.

İnsanı en çok düşündüren de bu aslında, kendi sınırlarımızla yüzleşmek. Film boyunca karakterin yaşadığı içsel çöküşe tanıklık etmek, bazen aynaya bakmak gibi. Belki de Vertigo’nun bu kadar etkileyici olmasının nedeni, olaylardan çok hislerle ilgilenmesi. Korkular, takıntılar, kayıplar… Hepsi öyle özenle işlenmiş ki, hikâye evrensel bir psikolojik deneyime dönüşüyor.

Dönemi için bu kadar modern, bu kadar katmanlı ve cesur bir film yapmak gerçekten hayranlık uyandırıcı. Hollywood’un klişeleşmiş yapılarından uzak, zamanının çok ötesinde bir vizyonla çekilmiş. İzledikten sonra, 1958’de bu film nasıl anlaşılmış, nasıl karşılanmış diye merak etmeden duramıyor insan. Çünkü günümüz seyircisini bile hâlâ şaşırtmayı ve rahatsız etmeyi başarıyor.

Ayrıca filmin müzikleri… Onlara özel bir parantez açmak gerek. Bernard Herrmann’ın besteleri, sadece sahnelere eşlik etmemiş, adeta sahneleri şekillendirmiş. Bazen tek bir nota bile tüm sahnenin tonunu belirler. Müzik burada da bir arka plan değil, anlatının bir bileşeni rolünde görev yapmış.

Şunu da belirtmeden geçmemek lazım; bu, tek izleyişlik bir film değil. İlk seferde fark edilmeyen detaylar, ikinci ya da üçüncü izleyişte daha çok çarpıyor. Hitchcock, adeta bir dedektiflik görevi yüklüyor seyircisine. Her karede, her bakışta yeni bir anlam gizli ve işte bu yüzden Vertigo, yıllar geçse de eskimeyen bir başyapıt olarak anılıyor.

Eğer sinemada sadece olaylara değil, duygulara, karanlık dürtülere, içsel paradokslara da yer olsun istiyorsanız, Vertigo tam size göre. Olaylar geçiyor, karakterler kayboluyor ama soru kalıyor: "Gördüklerin mi gerçekti, yoksa hissettiklerin mi?" Belki de en büyük gerilim, cevabı asla tam bulunamayan bu soruda gizli...

Paylaş