HBO'nun sevilen dizisi The Last of Us'un üçüncü bölümü "The Path", Ellie’nin Joel’a vedasıyla ağır bir hüzün perdesi çekiyor üzerimize. Eve döndüğünde Joel’la birlikte inşa ettikleri hayatın donmuş bir anı gibi önünde durduğunu görmek çok zordu. Masanın üzerinde yarım kalmış işler, köşede unutulmuş kıyafetler... Yüreğe dokunan büyük bir çaresizlik hissi yaratıyor. Ellie hariç herkes için hayat devam ediyor. İzlemesi güç olan bu sahneler bana oyundaki ağırlığı anımsattı, fakat dizide bu his çok daha sessiz ve ölümcül bir yalnızlıkla örülmüştü.

Bella Ramsey, her bölümde olduğu gibi burada da olağanüstü bir performans sergilemiş. Evet, fiziksel olarak oyunlardaki Ellie’ye benzemediği için büyük bir kesimden eleştiriler alıyor, hatta zaman zaman çok çirkinleşen yorumların da hedefi oluyor. Ancak şu bir gerçek; Bella’nın Ellie’ye kattığı öfke ve kayıp duygusu o kadar gerçek ki, izlerken fiziksel benzerliği umursamak imkânsız hale geliyor. Gerçekten de iyi bir oyunculuğun, dış görünüşü aştığını düşünüyorum ki genç oyuncu bunu her sahnede zaten kanıtlıyor.

Kasabada yapılan oylamada halkın çoğunluğunun intikam yolculuğuna destek vermemesi, hikâyenin gerçekçiliğini güçlendiriyor. İnsanlar kaybın acısını yaşarken bile yeni kayıpların meydana gelmesinden korkuyor. Joel’un ve diğerlerinin ölümünden sorumlu Ateş Böcekleri kalıntılarının peşine düşme fikri, kabuk bağlamamış yaraları tekrar kanatacak bir adım olurdu. Bu yüzden verilen karar, hem oyundaki atmosferle hem de dizinin tonuyla müthiş uyumlu hissettirdi.

Ama Ellie’yi durdurmak mümkün değil, bunu en başından beri biliyorduk. İçinde büyüyen intikam ateşiyle eşyalarını toplaması ve Dina’nın son derece destekçi bir şekilde ona eşlik etmesi, hikâyeye yeni bir kırılma noktası ekliyor. Bu sahnede ikisinin arasındaki ilişkiye dair henüz söylenmemiş şeylerin izlerini görüyoruz. Dina, Ellie’yi yargılamıyor, yanında duruyor. Tıpkı gerçek bir dostun yapacağı gibi.

Joel’un mezarını ziyaret ettikleri sahne ise bölümün en sessiz ama en etkileyici anlarından biriydi, bir diğeriyse Joel'un gardıropta duran kıyafetlerine yaklaşıp ağladığı andı. Mezarlıkta Ellie’nin gözyaşlarına boğulmak yerine içten içe çatlaması, bu kaybı ne kadar derinlere gömdüğünü gösteriyor. Söylenmeyen sözler, havada asılı kalan pişmanlıklar ve geri alınamayan anılar öyle güçlü bir atmosfer yaratıyor ki, biz de ekrana yalnızca bakakalıyoruz.

Scars
Bu bölümle birlikte oyundan hatırladığımız bir başka önemli unsur da hikâyeye adım attı: Scars ya da dizinin tercih ettiği adıyla Seraphites. Sessizlik içinde haberleşen, ritüeller ve keskin inançlarla hareket eden bu grup. Şiddeti kutsal bir görev gibi gören yapılarıyla diğer topluluklardan ayrılıyorlar. Dizide ilk defa yüzeysel dahi olsa varlıklarını hissettik ve bu, Seattle’a adım attığımızda Ellie’nin karşısında yalnızca Ateş Böcekleri'nin değil, çok daha karmaşık ve tehlikeli bir dünya olacağını şimdiden gösteriyor. Seraphites’ın sessizliği tehditkâr; ormanda bulunan cesetlerden sonra onların sahneye tam anlamıyla çıkacağı bölümler için gerilim şimdiden tırmanmaya başladı diye düşünüyorum.

Nihayetinde The Path, hem Ellie’nin karakter gelişimini ileri taşıyan hem de bizi yavaş yavaş kasvetli Seattle günlerine hazırlayan bir köprü görevi gördü. Bölüm sonunda Ellie ve Dina’nın Seattle’a varmak üzere ilerlediğini gördük. Önümüzde artık tam anlamıyla bir intikam hikâyesi var. Yol, kanla ve kayıpla örülecek, tıpkı oyunda olduğu gibi. Ancak dizinin kendine özgü temposu ve duygusal derinliği bildiğimiz hikâyeyi yeniden keşfetmemize olanak tanıyor. Ama tabii ki de aynı sona gideceğimizi bilmek, yolculuğun daha az sarsıcı olacağı anlamına gelmiyor.
Yorumlar