Call Me by Your Name (2018), Bones and All (2022) ve Suspiria (2018) gibi filmleriyle tanınan başarılı yönetmen Luca Guadagnino'nun Zendaya, Mike Faist ve Josh O’Connor'ı bir araya getiren Challengers'ı, bu yılın en çok beklenen filmlerden bir tanesiydi.
Ülkemizde geçtiğimiz ay vizyona giren filmi anca birkaç gün önce izleme fırsatı bulabilmiş olsam da bu konuda acele etmemiş olmamın ne yazık ki mutluluğunu yaşıyorum diyebilirim. Gerek olay yaratan fotoğrafları gerekse ciddi bir kesimi ayağa kaldıran, fazlasıyla ilgi çeken fragmanı dolayısıyla benim de çok merak ettiğim filmlerden biriydi Challengers. Ancak maalesef ki beklediğimi bulabildiğimi pek söyleyemeyeceğim.
Peki, benim beklentimin altında kalması onu kötü bir film yapar mı? Elbette hayır. Ancak Guadagnino'nun seyir zevki yüksek filmlere sahip bir yönetmen olduğunu ve genellikle duygu dolu senaryolarla bu özelliği çok güzel harmanlayabildiğini düşündüğüm ve Challengers'ta bunların çoğunu bulamadığım için, bu filmi o kategori içerisine dahil etmek bana pek doğru gelmedi açıkçası.
Bizi farklı kombinasyonların hâkim olduğu bir aşk üçgeni içerisine fırlatan film, stresli anların yaşandığı çok önemli bir tenis maçıyla açılış yapıyor. Kortun iki ayrı ucunda birbirine öfkeyle bakan oyuncular Art Donaldson ve Patrick Zweig ile, kameranın yavaş ve gergin bir şekilde zoom yaptığı Tashi Duncan arasında gerçekleşen bakışmalar silsilesi, olayların 15 yıl kadar öncesinin anlatılmaya başlanmasıyla anlam kazanıyor.
Zendaya, zamanının Serena Williams'ı olabilecek kadar başarılı, ancak talihsiz bir sakatlık nedeniyle kortlardaki kariyeri sona eren Tashi karakteri ile karşımıza çıkarken Tashi'nin rehberliği sayesinde teniste adını duyurabilir hale gelmiş olan eşi Art'a ise Mike Faist hayat veriyor. Diğer yanda servis bekleyen kişi ise, Art'ın çocukluk arkadaşı olan ve Josh O’Connor tarafından canlandırılan Patrick. Tahmin edebileceğiniz üzere Tashi aralarına girdikten sonra fazlasıyla bozulmaya uğrayan bir dostluk söz konusu.
Flashback'lere girişmeden önce ilk dakikalarda görüyoruz ki Tashi ve Art, spor konuşmak ve takvimlerindeki maçlardan söz etmek dışında, artık birbirleriyle neredeyse paylaşacakları bir şey kalmamış olan mutsuz bir çift. Bir süredir yürümekte olan ilişkilerinin artık son düzlükte olduğunu görebiliyor ve bir süre sonra hikâyeyi canlandıran kişinin ilginç bir şekilde uzun yıllardır iletişim bile kurmadıkları ve beş parasız bir şekilde yaşamını sürdürmeye çalışan Patrick olduğunu anlıyoruz.
Mesleğine çaresizce veda etmek zorunda kalan Tashi, üzerinden yıllar geçmesine rağmen hala tüm hırsını ve tutkusunu içerisinde barındırıyor, diri tuttuğu tüm bu yoğun duyguları Art'a ve onun mesleğine yönlendiriyor. Eşinin, bir dizi yenilginin ardından giriştiği bu küçük çaplı tenis turnuvasında başarılı olabilmesi için elinden geleni yapmaya çalışan karakterimizin kazanma hırsıyla dolup taşarken bazen de fazlasıyla ileri gittiğini görüyoruz.
Üç ana karakterimiz olmasına rağmen çoğunlukla etrafında döndüğümüz kişi Tashi oluyor. Birçok olguyu onun psikolojisi üzerinden değerlendirme fırsatı elde ediyor ve kendimizi çoğu zaman onun yerine koyarak empati yapabilir durumda buluyoruz. Ancak film, önemli olarak varsayılabilecek durumların hiçbirisinin içerine bizi tam anlamıyla dahil edemiyor ya da üstünkörü anlatıp geçiyor. Aksiyondan yoksun, diyaloglar üzerine kurulu filmlerde de önem verdiğimiz şeylerden biri de bu aslında. Konuşma metni fazlasıyla kuvvetli olmasına rağmen üzerinde durdukları konu o kadar yavan ki, bir problem olarak görülen durumu seyirci bir türlü benimseyip içerisine dalamıyor.
Gençliklerinde yaşanan birtakım olaylar dizisi mevcut, sözlü olarak daha önce yaşananlara değinmeyi de ihmal etmiyor Challengers ve şimdiki hallerinde de aralarındaki büyük kopukluk her açıdan hissedilebiliyor. Ama karakterlerle olumlu ya da olumsuz bir türlü bağ kuramadığımız için, yaşanması böylesine mümkün bir hikâyeye sahip olmasına rağmen filmde gerçekleşen olayların çoğu bize "gerçekten yaşanmış" hissi vermiyor. Ortada ciddi anlamda filmi yapılması gereken bir dram, bir konu, bir çarpışma varmış gibi gelmiyor doğrusu.
Bu konuda oyuncuları zan altında bırakmak asla istemem. Her biri karakterlerinin hakkını fazlasıyla vermiş. Mike Faist'in karısının baskıları altında ezilen ama yine de onu çok seven, bir yandan da onurunu korumaya çalışan sporcu profili ve Josh O’Connor'ın bir baltaya sap olamamış ve asla güven vermeyen tiplemesinin başarısı bir yana, Zendaya'nın güçlü kadın örneği olarak verilebilecek bir karakterdeki eksiklikleri izleyiciye geçirme şekli, bence harikaydı. Özellikle tek kelime bile etmeden hayal kırıklığı ve tiksinti duygularını bir arada hissettirdiği öyle bir sahne vardı ki, ne kadar övsem az kalır. Sadece bu oyuncuların böylesine eksik ve yetersiz bir senaryo ile harcanmış olmasına çok üzüldüğümü belirtmek istiyorum.
Art ve Patrick arasındaki bu final oyunu, hem iki eski arkadaşın yıllardır süregelen çekişmelerini temsil ediyor hem de Tashi'nin yıllar sonra bile hala hangi tarafı destekleyeceğinin soru işaretini taşıyor üzerinde.
İsmindeki rekabeti sonuna kadar yaşatan Challengers'ı, birkaç sporcunun kin ve hırsıyla donatılmış, ihanetlerle bezeli bir aşk üçgeni olarak tanımlamak da mümkün. Ancak bu ihanetleri sadece birliktelik çatısı altında yorumlamak yanlış olur. Film en azından bu konuda bizlere çeşitli sürprizler sunabiliyor.
Luca Guadagnino'nun şaheseri olarak anılabilecek bir film olmasa da Zendaya, Mike Faist ve Josh O’Connor'ın, birbirlerini yüceltmek adına adeta yarışa girdikleri performansları, finale doğru ilmek ilmek işlenen gerilimi ve özellikle de Patrick'in son sahnedeki raket hamlesinin yarattığı etki dolayısıyla şans verilmesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum. Ancak yine de potansiyeli daha iyi kullanamadığı için Guadagnino'ya bir tık dargınım diyebilirim.
Herkese göre bir film olmadığı kesin ama belki de Challengers'ın da bize meydan okuma yöntemi budur, kim bilir…
Yorumlar