Florence Pugh ve Andrew Garfield’ı bir araya getiren bu drama, hayatlarımıza aslında çok da uzak olan bir hikâye anlatmıyor.

⚠️
Yazı, We Live in Time'dan herhangi bir spoiler içermeyecek.

Tamamen rastgele yolları kesişen Almut ve Tobias’ın birlikte kurmaya çalıştıkları hayatta karşılarına çıkan problemle savaşmaya çalışmaları, mutlulukları, sevinçleri, isyanları, üzüntüleri… Tüm duyguların yoğunlukla yaşandığı, biraz Revolutionary Road (2008), biraz Marriage Story (2019) esameleri barındıran We Live in Time, konuyu işleyiş biçimiyle kendisini bu yapımlardan ayırıp başka bir yola kıvrılıyor.

Basit bir öyküye sahip olsa da bu filmi diğerlerinden ayıran ve belki de bu kadar etkili yapan şey, olay örgüsünü sıradan bir şekilde vermiyor oluşu. Karşımıza çıkan sahneler çiftimizin hayatlarının farklı dönemlerindeki farklı olaylara odaklanıyor. Bu sırada ekranda hiçbir tarihe veya seyirciyi aptal yerine koyacak başka bir belirtece rastlamıyoruz. We Live in Time’ı bu yüzden bulmaca çözer gibi, keyifle seyredebiliyoruz. En azından bir noktaya, Almut’a kanser teşhisi konana kadar...

Hastalık, doğum, kaza gibi büyük olay ve durumları daha ilk dakikalarda bizlerle paylaşıyor film, bu yüzden henüz izlememiş olanlar için spoiler sayılmaz diye düşünüyorum Zaten sadece afişinden bile ne kadar üzücü bir film olduğu belli oluyor. Ayrıca bir sahne çiftimizin tanışma hikâyelerini anlatırken, diğer sahne Almut’u karnı burnuna gelmiş, bir diğeri de saçlarını kazınmış bir şekilde gösteriyor karakterimizin.

Film bazı noktalarda boşlukları kendimizin tamamlamasını istiyor ve kafamızı daha çok karıştırıyormuş gibi görünse de aslında çok daha dikkatli izlememize yardımcı oluyor. Herhangi bir şeye odaklanmada fazlasıyla zorlandığımız böyle bir dönemde, bu biçimde başarılı bir olay örgüsüne imza atmak son derece zor ve önemli bir iş, dolayısıyla senaryoyu kaleme alan Nick Payne'i övmeden geçmek istemiyorum.

Yazının başında da belirttiğim gibi, We Live in Time hayatın içinden bir hikâye ile çıkıyor karşımıza. İkisi de otuzlu yaşlarının ortalarında, sorumluluk sahibi insanlar. Olmak için çabalıyorlar da diyebiliriz. Almut hatrı sayılır bir restoranda yüksek dereceli bir şef, Tobias ise anladığımız kadarıyla iş hayatında şimdiye kadar pek dikiş tutturamamış, bir pazarlamacı olarak çalışmak için açık pozisyonlara başvuruyor.

Aslında Tobias için Almut'tan biraz daha çocuksu bir karaktere sahip diyebiliriz. Bu yaşa kadar düzgün bir kariyere sahip olamamasını geçtim, saçlarını bile hala babası kesiyor karakterimizin. Fakat risk almayı ondan daha çok sevdiği de kesin. Çocuk sahibi olmak istediğini söylediğinde ikilimiz arasındaki ilk büyük ve ciddi kavgaya şahit oluyoruz. Burada karakterlerimizin kişilik özellikleri de kısmen açığa çıkıyor.

Henüz bir çocuk istemediğini fazlasıyla belirten Almut ise ailesinden uzun bir süre önce kopmuş, çok başarılı bir kariyeri geride bırakıp sıfırdan bir başlangıç yapmış, daha büyük riskler almış hayatında. Rahatsızlığı ortaya çıktığında ise hayatında her zaman zorluklarla mücadele etmiş bu hırçın kadını daha büyük bir seçim bekliyor olacak: Akışına bırakıp ailesiyle geçireceği ve tadına doyamayacağı kısa bir zaman mı, yoksa tedavinin etkisiyle günden güne eriyip biteceği nispeten biraz daha uzun ve acı dolu bir hayat mı?

Üzücü gerçek ortaya çıkana kadar çok tatlı bir aşk hikâyesi izliyoruz. Bu kadar güzel bir çift olmalarında Andrew Garfield ve Florence Pugh ikilisinin efsane performanslarının da çok büyük etkisi var tabii. Zorlu süreç başladığında da klasik üzücü bir Hollywood filminden yavaş yavaş bağımsız film moduna geçiyor We Live in Time. A24 filmlerinde en sevdiğim şeylerden biri de bu açıkçası. Gerçekçiliği elden bırakmamak için senaryo ince ince işleniyor, abartıdan kaçınılıyor ve ne yapıyorsa bir şekilde insanın kalbine dokunuyor. Geçtiğimiz yılda da The Iron Claw beni aynı şekilde etkilemişti, eğer izlemediyseniz o da mutlaka aklınızın bir köşesinde yer alsın isterim.

Hırs Uğruna Yok Olan Bir Aile: The Iron Claw (2023)
80’li yılların profesyonel güreş camiasına damga vuran Von Erich ailesinin trajik hikayesine odaklanan bu spor draması, yüreğinizi paramparça edecek.

Filmin finaline geldiğimizde bizi imkânsız ihtimallerle süslenmiş mutlu sonlar beklemiyor. Çaresizliğin acısını içinize kadar işletiyor ama derdini asla sündürerek, acındırarak anlatmıyor. Gerçek hayat gibi bir anda olup bitiveriyor; suratınıza çarptığı tokatla ve ardından ekranda akan isimlerle baş başa kalıyorsunuz. 

Sonrasında da aklımızda tek bir cümle bırakıyor bu değerli film:

“Sevdiklerinle zaman geçir. Ne kadar vaktin kaldıysa.”

Yaren’in Köşesi
muggle’lar mı? onlar hiçbir şey görmezler ama çatal batırırsan hissederler. merhaba, ben Yaren. çocukluğumdan beri tutkunu olduğum fantastik dünyalara, filmlere, kitaplara, dizilere ve çizgi romanlara dair videolar yapıyorum. ben bu videoları yaparken çok eğleniyorum, eğer siz de bana eşlik etmek isterseniz, kanalımı takip edebilirsiniz :)
Paylaş