Bana göre tek mekânda ya da kapalı odalarda geçen hikâyelerin başka bir ağırlığı var. Bu filmler dış dünyanın gürültüsünden, gündelik hayatın hızından soyutlanırlar ve bu sessizlik içinde fısıltılar bile yankı yapar. Misery de böyle bir sessizlikte, bakışların ve suskunlukların boğazda düğüm olduğu bir yerde geçiyor. Odanın içi güvenli gibi görünse de, duvarlar üstüne üstüne geliyor ve pencereden baktığımız yer de özgürlükten çok daha fazlasını temsil ediyor.

Bayan Misery
Film, bir araba kazasının ardından yaralı halde gözlerini açan ünlü yazar Paul Sheldon’ı ve onu kurtardığını söyleyen hayranı Annie Wilkes’i konu alıyor. (Bir numaralı hayranı, yanlış söylemeyelim.🥶) Paul, Misery adlı çok satan bir roman serisinin yazarı ve serinin son kitabını kaleme almak üzere bir totem haline getirmiş olduğu, kitap yazmak için her zaman gittiği motele küçük bir yolculuk gerçekleştiriyor. Fakat bu bölgenin yerlisi olmadığı için hava durumunu hesaba katmadan tipiye yakalanıp büyük bir kaza yapıyor. Buradan sonrasını ne siz sorun, ne de ben spoiler vereyim...

İlk bakışta basit bir hayat kurtarma hikâyesi gibi görünen bu ilişki, kısa süre içinde rahatsız edici bir gerilime evriliyor. Ve film bunu, tempoyu yükseltmeden, bağırmadan ya da kan sıçratmadan, insanın içine ince ince işleyen bir tedirginlikle yapıyor.
Rob Reiner’ın yönetmenliğinde, Stephen King’in aynı adlı romanının ruhuna sadık kalan ama sinemanın doğasına uygun ufak dönüşlerle de kendine has bir dünya kuran film, her detayında huzursuz etmeyi başaran, türünün nadir örneklerinden. Kamera, kişilerin suratlarında olması gerekenden biraz daha uzun kalıyor, sessiz kalınması gereken bir sahne biraz daha fazla uzatılıyor, bir cümle gerektiğinden daha sakin söyleniyor ve olması gerekenin dışında seyreden her şey insanı diken üstünde tutuyor.

Kitaptan perdeye
King’in romanı daha derin, daha uzun bir kâbusun içine çekiyor okuru. Özellikle Paul’un zihinsel çözülüşü kitapta çok daha detaylı aktarılıyor. Film de bu içsel çatışmaları daha dışavurumcu bir dille vermiş ama bazı kısımlarda bilinçli bir sadeleştirmeye de gitmiş. Özellikle fiziksel şiddetin anlatımı… Kitaptaki bazı sahnelerin birebir uyarlanmamış olması, izleyicide korkmaktan çok başka bir türden dehşet yaratmayı amaçlamış sanki.

Annie Wilkes karakteri filmde belki daha az çılgın ama çok daha yakın bir pozisyonda duruyor, nefesini her an ensemizde hissediyoruz. Kathy Bates’in Oscar kazandıran ürkütücü performansı da burada devreye giriyor. Oynadığı karakter, deli klişesinin çok uzağında. Onun öfkesi aniden parlamıyor; aksine, yavaşça, sindire sindire beliriyor. Birinin yüzüne bakıp gerçek niyetini okuyamamanın ürkütücülüğünü burada anlıyoruz işte.

Kitaptaki bazı yan karakterlerin, arka plan olaylarının filmde ya hiç yer almaması ya da kısaca geçiştirilmesi ise, anlatının odak noktasını daha da yoğunlaştırmış. Bu yalnızlık hissi hem karakterlerin hem de izleyicinin omzuna ekstra bir yük bindiriyor. Film, bilinçli olarak daraltılmış bir dünya kurarak, seyircisini bu odanın içine kilitliyor. Biz de Paul ile birlikte orada sıkışmış hissediyoruz.

Rahatsız edici sakinlik
Misery’nin en etkileyici yanı, izleyiciyi tek bir sahnede korkutmuyor oluşu. Korku, buraya yerleşiyor, oturuyor ve bir daha da kalkmıyor. Her şeyin bu kadar sıradan göründüğü bir ortamda, içten içe yanlış bir şeylerin olduğunu hissetmek… İşte o duygu uzun süre yakamızı bırakmayan şey. Gerilim sahnelerinde bile bağırmak yerine fısıldamayı tercih eden bir film bu.

Sıkça karşımıza çıkan şiddet ya da canavar temalı korku filmlerinden çok farklı bir yerde duruyor Misery. Burada canavar, evimizin içinde, sıradan bir kadın bedeninde, gülümsüyor. Ve asıl dehşet, onun bize ne yaptığından çok, ne yapabileceğini tahmin edememekte yatıyor. Kontrollü bir manyaklık, planlı bir çöküş hali… İzlerken nefes almayı unutturan bir denge var.
Tıpkı benim yaptığım gibi, hikâyenin tamamını bilmeden, sadece atmosferine kapılarak bir film izlemek istiyorsanız, Misery orada sizi bekliyor. Tüylerini diken diken eden bir gürültüyle değil, içini titreten bir sessizlikle ama...

Yorumlar