Bu zamana kadar öğrendik ki Gotham’ın çürümüş sokaklarında yükselmek, yalnızca acımasız olmayı değil, aynı zamanda hayatta kalmayı bilmeyi de gerektiriyor. Penguin işte tam da bu mücadeleyi, bizlere Oswald Cobblepot’un gözlerinden aktarıyor.

Bir sezon boyunca biz kendisini yalnızca bir suçlu ya da Batman’in klasik düşmanlarından biri olarak değil; dezavantajlarıyla savaşan, zayıflıklarını zekâsıyla avantaja çeviren bir adam olarak izledik. Fakat Oz, sadece rakipleriyle değil, kendi ailesiyle, birçok noktada kendisiyle de savaşmak zorunda kalıyor. Özellikle kardeşlerinin ona yaşattıkları, sonrasında onun kardeşlerine yaptıkları, seyirciyi onunla empati yapmaya itiyor. Fakat fazla iyimser bakmamıza da izin vermiyor Penguin; final bölümü geldiğinde neden Gotham tarihinin en korkulan suç lordlarından biri olduğunu bir kez daha görmüş oluyoruz.

Colin Farrell, The Batman filminde çıkardığı muhteşem işin üzerine daha da ekleyerek, Oswald karakterine yine benzersiz bir derinlik kazandırmış. Makyajın arkasında kaybolan bir oyuncuya değil, görünüşünü benimseyen ve seyircisine de bunu tam anlamıyla gösteren, gerçek bir oyuncuya tanıklık ediyoruz. Bu kadar iyi bir performansın önüne geçen bir isim daha var Penguin'de, ki ben kendisini dizinin yıldızı ilan ediyorum; Cristin Milioti.

Kendisi, Sofia Falcone (ya da Gigante mi demeliyim?) olarak, Gotham’ın en tehlikeli figürlerinden birine can veriyor ve kelimenin tam anlamıyla bu karakter içerisinde parıldıyor. How I Met Your Mother gibi bir sitcom ile hayatımıza giren Milioti'nin, kariyerinin en güçlü performanslarından birini sergiliyor olması bir kenara, ben böylesine çıtı pıtı bir kadının bu kadar gözü dönmüş bir karaktere hayat verebileceğini açıkçası düşünemezdim. Sofia'nın sahneye her çıktığı an, ekranın gerilimi tavan yapıyor ve izlediğimiz şey bambaşka bir enerjiye bürünüyor.
Karakterin hikâyesinin işlendiği dördüncü bölüm beni dizinin içerisine tamamen çeken şey oldu diyebilirim. Genç Sofia'nın çabalarının ailesindeki zehirli sarmaşıkları temizlemeye yetmeyişi, ne yazık ki onun gibi bir kadının yavaş yavaş silinmesine, daha doğrusu biçim değiştirmesine neden olmuş. Üzerine atılan iftiralar sonrasında zorla Arkham Asylum'a gönderilen genç kadın, bir süre sonra akıl sağlığını yitirmeye başlıyor ve burada gözlerindeki ışığın nasıl söndüğüne bizler de şahitlik etmek durumunda kalıyoruz.

Dizinin senaryosu, Gotham’ın kaotik atmosferini en iyi şekilde yansıtırken, her bir karakterin gelişimini de özenle gerçekleştirmeyi ihmal etmiyor. Şehir, yalnızca bir fon olmaktan çıkıp, karakterlerin kaderini şekillendiren canlı bir organizma haline geliyor. Bilirsiniz, uyumayan şehir diye New York’a derler fakat burada o görevi Gotham’ın yer altı tünelleri üstleniyor.

Abartısız söylüyorum ki her sahne, Gotham’ın acımasız doğasını ve adaletsiz güç dengelerini ustaca yansıtmış. Görsel atmosfer ve sinematografi de tıpkı The Batman’de izlediğimiz gibi bu dünyayı destekler nitelikte; her şey kirli, boğucu hatta çoğu zaman can sıkıcı ama işte bir o kadar da etkileyici.

Sopranosvari bir suç anlatısını Batman evrenine taşımak çok cesur bir hamle ve Penguin'in bunu ustalıkla başardığını söylemek son derece mümkün. Dizi, yalnızca çizgi roman uyarlamalarına ilgi duyanlara değil, sağlam bir suç draması arayanlara da fazlasıyla hitap ediyor. Burada süper kahramanlar ya da pelerinli kurtarıcılar yok, sadece acımasızca dönen çarklar ve bu çarkların arasında ezilmemeye çalışan masum insanlar var.

Sezon finaliyle birlikte, Penguin sadece Gotham’ın değil, ekranlarımızın da en güçlü suç hikâyelerinden biri haline gelmiş durumda. Colin Farrell şimdilik aksini düşündüğünü söylüyor ancak umarız ki bu şahane diziye bir ikinci sezon daha gelir. Bu kalitedeki yapımların artmasını ve selefi olacak projelere önderlik etmesini isterim. Ve ayrıca Gotham’ın karanlık sokaklarında anlatılmayı bekleyen daha çok hikâye var...
Ülkemizde The Penguin'i BluTV aracılığıyla izleyebileceğinizi de hatırlatmak isterim.
Yorumlar