2000 yılıydı. Sinema dünyasında, deneysel suç hikâyelerini şiddet ve stilize erotizmle harmanlayan pek çok havalı yönetmen sahneye çıkıyordu. Fakat aralarından biri açıkça öne çıkmıştı: Darren Aronofsky.

O dönem Sundance çıkışlı filmler genellikle düşük bütçeliydi, ama Aronofsky’nin ilk uzun metrajı sanki bozuk bir otomatın içinden çalınan bozukluklarla çekilmiş gibiydi; ucuz ama özgün, sarsıcı ama etkileyici. Diğer genç yönetmenler hızlı kurgu teknikleriyle övünürken, o milisaniyelik montajları neredeyse kendi imzası haline getirdi: Eroin, çakmak, kabarcık, şırınga, moleküller, gözbebeği ve taş gibi bir halüsinasyon.

O dönem pek çok iyi film uyuşturucuları konu alıyordu, ama Aronofsky’nin sineması farklıydı; onun filmleri uyuşturucu hakkında değil, adeta uyuşturucunun ta kendisiydi; sarhoş edici, travmatik ve bağımlılık yaratan türden.

mother! (2017) filminin çekimlerinden Jennifer Lawrence ve Darren Aronofsky

Yirmi beş yıl önce vizyona giren Requiem for a Dream, onun yeni milenyumun halüsinatif vizyoneri olarak statüsünü sağlamlaştırdı. Ardından uzun bir çıkmaz dönem geldi; kişisel bir "kozmik aşk" hikâyesi üzerinde yıllarca çalıştı, geliştirdi, bozdu, yeniden geliştirdi. Sonra geri döndü; bir güreşçinin yıpranmış bedeninde hüznü anlattı, ardından bir balerinin zihninde deliliği keşfetti. Sonra gözünü dünyaya, küresel ısınmaya dikti.

Bugün hâlâ sinematik uçurumların şairi olarak biliniyor. Mitolojik ve dinsel göndermeleri, ham ve rahatsız edici beden imgelerinin içine yerleştiriyor; güzelliğe lanetli kahramanlarını, görkemli bir kendini yok ediş senfonisine sürüklüyor. Requiem for a Dream'in çeyrek asrını kutlarken, Aronofsky’nin filmografisinde bir yolculuğa çıkma zamanı.

Aronofsky'den mutlu sonlar beklemeyin. Onun evreninde Tanrı var, ama onun pek umurunda değil.

9- The Whale (2022)

The Whale, Samuel D. Hunter’ın aynı adlı tiyatro oyunundan uyarlanan bir karakter draması olarak Aronofsky’nin filmografisinde dönüş noktasını temsil ediyor. Film, yıllardır evine kapanmış, aşırı kilo nedeniyle ölümle yüzleşen bir İngilizce öğretmeni olan Charlie’nin son günlerini anlatıyor. Charlie, öğrencilerine çevrimiçi ders verirken kendi bedeninde ve geçmişinde sıkışmış bir halde yaşıyor; yavaş yavaş ölürken, yıllardır uzak kaldığı kızıyla son bir bağ kurmaya çalışıyor. Hikâye, baba-kız ilişkisinin onarılamaz hasarları, suçluluk duygusu ve affetme arayışı etrafında şekilleniyor.

Aronofsky bu filmde tiyatro kökenli metnin sınırlarını koruyor ve neredeyse tamamını tek mekânda geçirerek karakterin fiziksel ve duygusal hapsini somutlaştırıyor. Kamera, Charlie’nin bedenine hem mesafeli hem de yakın bir mercekten bakıyor; ışık kullanımı ve dar kadrajlar karakterin içsel boğulmasını vurguluyor. Brendan Fraser’ın performansı, sessiz bir kırılganlıkla insanın kendi bedenine ve utancına karşı verdiği mücadeleyi canlandırıyor. The Whale, Aronofsky’nin büyük ölçekli filmlerinden farklı olarak, minimal bir anlatıyla varoluşsal bir temayı merkezine alıyor.

8- Caught Stealing (2025)

Aronofsky’nin 2025 yapımı Caught Stealing'i, yönetmenin yeniden şehre ve suça döndüğü bir gerilim öyküsünü anlatıyor. Charlie Huston’ın romanından uyarlanan film, 1990’ların sonlarında Manhattan’ın yeraltı dünyasında geçen, kanlı ve karmaşık bir hikâyeyi konu alıyor. Austin Butler, eski bir beyzbol oyuncusu olan Hank karakterini canlandırıyor; sıradan bir barmenken kendini bir anda gangsterlerin, yozlaşmış polislerin ve gizemli suç ağlarının ortasında buluyor.

Yönetmen, bu filmde kariyerinin erken döneminde gördüğümüz New York kaosunu yeniden canlandırıyor. Caught Stealing, hem Pi’ın paranoyak atmosferine hem de Requiem for a Dream’in bedensel dehşetine selam gönderiyor. Film, acımasız şiddet sahneleriyle Aronofsky’nin karakterlerine duyduğu hem nefret hem merhameti aynı anda hissettiriyor. Görsel olarak aşırıya kaçan bir şiddetle, paranın ve gücün yozlaştırdığı bir kent mitolojisini kuruyor.

7- The Fountain (2006)

The Fountain, zaman ve mekân sınırlarını aşan üç hikâyeyi birbirine örerek ölüm, aşk ve ölümsüzlük üzerine görsel bir destan anlatıyor. Filmde Hugh Jackman, farklı çağlarda üç farklı erkek karakteri canlandırıyor: 16. yüzyıl İspanya’sında bir kâşif, günümüz dünyasında kanserin tedavisini arayan bir bilim insanı ve gelecekte bir yıldızın yörüngesinde seyahat eden bir keşiş. Rachel Weisz, her üç hikâyede de sevilen kadının farklı biçimlerine hayat veriyor. Film, ölümlülük korkusunun ve aşkın sonsuzluğuna duyulan inancın poetik bir anlatımını kuruyor.

Aronofsky, The Fountain’da CGI yerine mikroskobik kimyasal reaksiyon görüntüleriyle oluşturduğu özel efektlerle benzersiz bir estetik yaratıyor. Altın tonların, küre biçimli mekânların ve tekrarlayan spiral imgelerin içinde görsel bir meditasyon kuruyor. Anlatı, felsefi düzeyde ölümün kaçınılmazlığını ve yaşamın anlamını sorgularken, biçimsel olarak sinemanın soyut gücünü ön plana çıkarıyor. İlk gösteriminde karmaşık ve dağınık bulunduysa da, film yıllar içinde Aronofsky’nin en kişisel ve deneysel işlerinden biri olarak kabul ediliyor.

6- Noah (2014)

Noah, kutsal metinlerden esinlenen, ancak tamamen Aronofsky’nin karanlık vizyonuyla biçimlenen bir tufan anlatısı sunuyor. Russell Crowe’un canlandırdığı Nuh karakteri, Tanrı’nın dünyayı temizleme kararına tanıklık ederken hem ailesini korumaya hem de ilahi adaleti sorgulamaya çalışıyor. Film, klasik hikâyeyi bilimsel, ekolojik ve mitolojik unsurlarla genişleterek evrensel bir yıkıma dönüştürüyor.

Yönetmen bu filmde, Black Swan’ın psikolojik yoğunluğunu ve The Fountain’ın görsel ihtişamını birleştiriyor. Devasa setler, taş devri atmosferi ve fantastik “gözcü melekler” gibi yaratıklar aracılığıyla destansı bir dünya kuruyor. Noah, hem insanlığın doğayla ilişkisini hem de inançla şiddet arasındaki gerilimi sorguluyor. Film, büyük bir stüdyo yapımı olmasına rağmen, Aronofsky’nin tipik ahlaki ikilemlerini ve yıkım estetiğini taşımaya devam ediyor.

5- π (1998)

π, Aronofsky’nin ilk uzun metrajlı filmi olarak hem tematik hem biçimsel açıdan yönetmenin kimliğini belirliyor. Film, evrenin düzenini sayılar aracılığıyla çözmeye çalışan bir matematikçi olan Max Cohen’in zihinsel çöküşünü anlatıyor. Max, borsada gizli bir formül bulmaya çalışırken, hem dini mistikler hem de Wall Street simsarları tarafından takip edilmeye başlıyor. Bu süreçte bilimsel arayışla ruhsal arayış arasındaki çizgi giderek silikleşiyor.

Film, siyah-beyaz 16mm estetiği, sert ışık kontrastları ve hızlı kesmelerle sürekli bir tedirginlik hissi yaratıyor. Kamera, karakterin zihinsel kaosuna doğrudan bağlanıyor; sürekli tekrarlayan spiral motifler, deliliğin ve anlam arayışının simgesi haline geliyor. π, Aronofsky’nin inanç, kontrol, bilgi ve bedensel sınır temalarını ilk kez yoğun biçimde işlediği yapıt olarak, modern bağımsız sinemanın dönüm noktalarından biri kabul ediliyor.

4- Black Swan (2010)

Black Swan, bale dünyasında mükemmellik arayışının psikotik boyutlarını araştıran bir gerilim filmi olarak Aronofsky’nin en tanınmış eserlerinden biri. Natalie Portman, Swan Lake prodüksiyonunda hem beyaz hem siyah kuğu rollerini üstlenen Nina’yı canlandırıyor. Nina’nın bastırılmış arzuları, rekabeti ve annesiyle olan toksik ilişkisi onu giderek sanrısal bir dünyaya sürüklüyor.

Yönetmen, baleyi hem zarif hem de korkutucu bir fiziksel performans alanı olarak gösteriyor. Kamera, karakterin bedenine yapışarak onun zihinsel dağılmasını takip ediyor. Renk ve ışık kullanımı, ikilik temasını güçlendiriyor: Beyaz saflığın ve siyah tutkuların çatışması her sahnede hissediliyor. Black Swan sanatın bedeli, kimliğin parçalanması ve arzunun yıkıcılığı gibi temalarla çağdaş bir psikolojik trajedi kuruyor.

3- Requiem for a Dream (2000)

Requiem for a Dream, uyuşturucu bağımlılığının bireyleri ve toplumu nasıl tükettiğini çarpıcı biçimde anlatıyor. Film, dört karakterin (bir anne, oğlu, oğlunun sevgilisi ve arkadaşı) farklı bağımlılıklar üzerinden yavaşça yok oluşunu izliyor. Hikâye, uyuşturucunun fiziksel etkilerinden çok; umudun, arzunun ve televizyonun yarattığı yanılsamaların trajedisine odaklanıyor.

Aronofsky, burada en deneysel anlatı biçimlerinden birini kuruyor; hızlı montajlar, tekrar eden ses efektleri, bölünmüş ekranlar ve hızlandırılmış çekimler seyirciyi karakterlerin zihinsel durumuna hapsediyor. Clint Mansell’in Lux Aeterna adlı müziği, modern sinema tarihinde kültleşmiş bir ağıt haline geliyor. Requiem for a Dream, hem biçimsel cesaretiyle hem de duygusal yoğunluğuyla Aronofsky’nin sinemasındaki “yücelik ve çöküş” temasını en saf hâliyle gösteriyor.

2- The Wrestler (2008)

The Wrestler, 1980’lerin güreş efsanesi Randy "The Ram" Robinson’un yaşlanma, yalnızlık ve geçmiş ihtişamla hesaplaşma hikâyesini anlatıyor. Mickey Rourke’un canlandırdığı karakter, kariyerinin son döneminde düşük ücretli gösterilerde ringe çıkıyor ve sahne dışındaki hayatında da bir anlam bulmaya çalışıyor. Film, fiziksel gücün ve sahne kahramanlığının arkasındaki kırılgan erkeklik imgesini inceliyor.

Aronofsky, burada gösterişli estetikten uzak durarak elde kamera ve doğal ışıkla yalın bir üslup benimsiyor. Bu sadelik, karakterin hayatındaki duygusal boşluğu daha da görünür kılıyor. Marisa Tomei’nin canlandırdığı striptizci Cassidy ile olan ilişki, filmde umut ve kayıp arasındaki ince çizgiyi temsil ediyor. The Wrestler, şöhret sonrası hayatta kalma mücadelesini anlatarak Amerikan rüyasının bedelini insan bedeninde gösteriyor.

1- mother! (2017)

mother! tek bir evin içinde geçen, ancak evrenin yaratılış ve yıkım döngüsünü alegorik biçimde anlatan bir film olarak Aronofsky’nin en radikal yapıtlarından biri. Jennifer Lawrence, evini yenilemeye çalışan bir kadını, Javier Bardem ise ilham arayışındaki bir şairi canlandırıyor. Evlerine gelen yabancı misafirler giderek artarken, düzen kaosa, huzur ise toplu cinnete dönüşüyor. Film; yaratılış, sanatçının egoizmi, doğanın sömürüsü ve insanın yıkıcılığı gibi konuları bir araya getiriyor.

Yönetmen, kesintisiz kamera hareketleri ve Lawrence’ın yüzüne yakın planlarla neredeyse deneysel bir anlatım kuruyor. Dış dünyanın tamamen yokluğu, evin evrenin metaforu haline gelmesini sağlıyor. Şiddet, doğum, ölüm ve yeniden doğuş motifleriyle mother! bir tür modern kutsal metin yorumu oluşturuyor. Film, Aronofsky’nin sinemasındaki en yoğun sembolik yapı ve en büyük duygusal risk olarak öne çıkıyor.

Kaynak: THR

Paylaş