Four Weddings and a Funeral, isminden bile kendini ele veren bir hikâye. Dört nikah ve bir cenaze… Duyguların gel-gitlerini, hayatın absürtlüğünü ve aşkın zaman tanımaz doğasını bu kadar sade ama güçlü anlatabilen başka bir film az bulunur. Hugh Grant’in Charles rolüyle tanındığı, İngiliz mizahını dünyaya sevdiren bu yapım, neredeyse çabasız görünen bir zarafetle ilerliyor.

Film aslında bir aşk hikâyesi, evet, ama en basit haliyle de aslında tam olarak bir aşk hikâyesi değil. Carrie ve Charles’ın ilişkisi, rastlantısallığın, zamanlamanın, hayattaki keşkelerin, acabaların ve ihtimallerin toplamını ifade ediyor. Belki de bu yüzden bu kadar gerçek. Rastgele tanışmak, belirsiz vedalar etmek, uzak şehirlerde yaşamak ve yakın bakışlardan kaçamamak… Tüm bu detaylar, filmin izleyicide bıraktığı o sıcak hislerin tohumu işte.
İşin değil, ne hissettiğin önemli

Charles ve arkadaş grubu, sanki hayatlarını düğünlere göre organize etmiş. Her yeni davet bir başka karmaşayı, aceleyle bağlanan kravatları ve "yine geç kaldık!" nidalarını beraberinde getiriyor. Bu düzensizlik içinde bile bir düzen var. Öyle ki, karakterlerin ne iş yaptığına dair hiçbir netlik yok. Ama buna rağmen onları hayatlarının en özel noktalarına kadar takip etmemize izin veriyorlar.
Four Weddings and a Funeral bir işi, bir statüyü ya da bir başarıyı anlatmıyor. Hayatı olduğu gibi ele alıyor. Sosyal kabullenişlerin dışında kalan, biraz dağınık, oldukça samimi bir arkadaş grubunun yaş aldıkça hayatla kurduğu ilişkiden bahsediyor.
Dönemin estetiğinde saklı bir romantizm

Film boyunca hiçbir karakter bize yüksek sesle “ben böyle hissediyorum” demiyor. Fakat filmin her dönemde, her zaman diliminde anlaşılabilir, evrensel bir görevi olduğundan, karakterlerin bakışlarından, yarım kalan cümlelerinden ne düşündüklerini anlayabiliyoruz. Bu da izlediğimiz şeyi daha içten, daha insana dair bir anlatının parçası haline getiriyor. Herkesin kendi derdiyle, kendi çelişkisiyle meşgul olduğunu ama bir şekilde o masalarda bir araya geldiklerini görüyoruz. Belki de bu yüzden karakterlerin her biri, bize bir arkadaşımızı hatırlatıyor. Hatta yer yer kendimizi bile…

Filmde dönemin, 90’lı yılların kendine has sadeliği var. Ne görüntü filtresi ne de abartılmış bir prodüksiyon karşılıyor bizi. İngiltere kırsalında geçen düğün sahneleri, zarif kostümler, doğallıktan uzaklaşmayan yüzlerle, oyunculuklarla birleşince ortaya huzurlu bir sadelik çıkıyor. Andie MacDowell’ın Carrie’ye kattığı ağırbaşlı zarafet, Hugh Grant’in çekingen ama sevecen Charles’ıyla harika bir tezat oluşturuyor.
Bu sadelik, filmi cıvıklaşmaktan uzaklaştırıyor. Romantik komedilerde sıkça rastladığımız yapay tesadüfler yerine, buradaki terslikler daha hayatın içinden. Çünkü onlar bizim de başımıza gelebilecek türden şeyler. Bir düğüne geç kalmak, yanlış zamanda doğru kişiyi bulmak, hislerini bastırmak, sonra pişman olmak… Film bunları anlatırken hiç kasmıyor.
Duyguların gölgesi

Carrie’nin başkasına ait olması, Charles’ın kalbindeki düğümü daha da sıkıyor. Seyirci olarak bu gerilimi hissetmek, aşkın daima doğru zamanda gelmediğini anlamak zorunda kalıyoruz. Fakat film hiçbir zaman umudu elimizden almıyor. Aksine, karakterlerin yaptığı her hata, attığı her yanlış adım, onları kendilerine bir adım daha yaklaştırıyor.
Ve elbette film, ismine sadık kalıyor. Bunca nikah ortasında, bir cenaze… İzleyiciyi duygusal anlamda sarsan, derinleştiren, temponun içindeki gerçekliği yüzümüze çarpan bir sahne. O sahneyle birlikte arkadaş grubunun dayanışması, sevginin sadece aşka değil dostluğa da dair olduğunu hatırlatıyor.
Sevgiyi beklemek mi, kovalamak mı?

Four Weddings and a Funeral aynı zamanda zamanla barışmayı anlatıyor. Bir kararın aceleyle verildiğinde ne kadar büyük bir yük olabileceğini, bazen kalbimizin sesini duymak için hayatın bizi birden fazla kez sınaması gerektiğini gösteriyor. Charles’ın geçirdiği dönüşüm de buna iyi bir örnek. Onun yüzünde gördüğümüz o “fark ettim ama geç mi kaldım?” ifadesi, izleyiciyle sessiz bir bağ kuruyor. Çünkü bu duygu sadece filmde değil, hayatta da çok tanıdık olduğumuz bir his.

Filmin final düğünü, hayatın acelesiyle yapılmış seçimlerin insanı nasıl da içten içe kemirdiğini gözler önüne seriyor. Charles, sevmediği biriyle evlenmeye kalkışarak kendini bir hayattan mahrum bırakmak üzere. Bu sahnede gözümüze sokulmayan ama kalbimize işleyen bir ders var; sevdiğin kişiyi bekle. Hem, beklemek ne zaman yanlış olmuş ki?
Bu noktada film, benim gözümde basit bir romantik komedi olmaktan çok ötede bir yere konumlandırıyor kendini. Yalnız kalma korkusu, hayata yetişememe endişesi, yanlış insanla doğru zaman yaratma çabası… Bunlar hepimizin yaşadığı, yaş almadan anlayamadığı gerçekler. Film bunları bize hiç bağırmadan, sakince, elini omzumuza koyar, dertleşir gibi anlatıyor.
Sakinliğiyle büyüleyen bir hikâye

Four Weddings and a Funeral, çoğu filmden çok farklı. Ne aşırı romantik, ne de komik olmak için kendini zorluyor. Ciddiyetsiz İngiliz komedisinden çok uzakta, evrensel, sade, samimi ve gerçek. Duygular abartılmadan, olaylar dramatize edilmeden akıyor. Ayrıca "fazla bir şey söylemeden çok şey anlatma" sanatının da burada doruk noktasına çıkarılarak işlendiğini görüyoruz.
Film, izlediğinizde kalbinizde sıcak bir his bırakıyor. Sanki eski bir dostla uzun zaman sonra oturup sohbet etmişsiniz gibi. İçinizi yakan bir aşk ya da gözyaşı döktüren türden bir hüzün değil, ama hayat gibi… Sessiz, zaman zaman komik, zaman zaman buruk ama her zaman anlamlı. İşte bazı filmler tam da bu yüzden bir ömürlük.
Yorumlar