Son yıllarda Hollywood’un en sık başvurduğu yöntemlerden biri, köklü serileri yeniden canlandırmak. Jurassic World: Rebirth de bu furyanın en yeni halkası olarak seyirciyle buluştu. Scarlett Johansson, Jonathan Bailey ve Mahershala Ali gibi iddialı bir oyuncu kadrosuna sahip olan film, ilk bakışta kulağa heyecan verici gelse de ne yazık ki bu ışıltılı kadronun hakkını tam anlamıyla veremiyor.

Seyirciyi ıssız bir adaya, Barbados açıklarındaki St. Hubert Adası’na götüren hikâye, içerdiği bilimsel motiflerle kulağa sofistike bir macera fısıldasa bu vaadi çoğu yerde yerine getiremiyor.
Fikir parlak, hikâye sönük

Filmin merkezinde, büyük bir ilaç firmasının gözünü karartıp adadaki devasa dinozor türlerinden DNA elde etmek için düzenlediği yasa dışı bir keşif seferi var. Fikrin potansiyeli inkâr edilemez derecede kuvvetli. Ancak işin özüne indiğimizde karşımıza çıkan şey, yarım yamalak karakter çizimleri, yüzeysel ilişkiler ve derinlikten uzak bir hikâye örgüsü.
Johansson’ın canlandırdığı Zora Bennet, bazen bilimsel yetkinliğiyle bazen de gözü karalığıyla ön plana çıkartılmak istenmiş ama senaryo bu potansiyeli yalnızca birkaç sahnede yüzeysel şekilde değerlendiriyor. Aynı şekilde Jonathan Bailey’nin Dr. Henry Loomis karakteri de bilimsel motivasyonlarıyla dikkat çekebilecekken, tıpkı görüntüsü gibi arka planda silikleşen bir figüre dönüşüyor.

Filmin asıl tuhaflığı, hikâyenin merkezinden saparak bambaşka bir yöne gitmesi. Odak noktasını Zora ya da Dr. Loomis gibi bilim insanlarından çıkarıp, tesadüfen olaylara dahil olan sıradan bir ailenin dramına yöneltiyor. Bu tercihin amacı duygusal bir bağ kurmak olabilir ama ne yazık ki bu bağ izleyiciyle bir türlü kurulamıyor. Karakterler yüzeysel yazılmış, aralarındaki ilişkiler gelişmemiş, diyaloglar ise çoğu zaman klişelerin ötesine geçemiyor. Hal böyle olunca izleyici de merkezdeki asıl hikâyeyi kaybediyor.
Spielberg’e selam
Filmde Steven Spielberg’ün orijinal Jurassic Park filmlerine dair küçük göndermeler mevcut. Kameranın dinozorlara yaklaşımı, bazı gerilim sahnelerinin kurgusu ve fon müziği seçimleri, eski hayranlara nostaljik bir his verebilir. Fakat bu nostaljik parçalar, Rebirth’ün kendi ayakları üzerinde durmasını sağlayamıyor. Kendi hikâyesini oluşturmak yerine geçmişe yaslanmayı tercih eden bir yapımın kalıcı bir etki bırakması da pek mümkün değil. Bu göndermeler ne yazık ki çoğu zaman "eskiye saygı" yerine "yeniye cesaret edememe" izlenimi uyandırıyor.

Bu noktada belirtmek gerekir ki filmin temposunda da ciddi bir sorun var. İlk yarıdaki ağır kurulumun ardından gelen aksiyon sahneleri, gereğinden uzun süren gemi sahnesi, bir anda hayatımıza dahil olan aile derken her ne kadar görsel olarak tatmin edici olsa da hiçbir şey duygusal ya da anlatısal bir yoğunluk yaratmıyor. Aksiyon, bir süre sonra alışkanlığa dönüşüyor; seyirciyi heyecanlandırmak yerine "yine mi" dedirten bir düzen var. Bu, Jurassic World gibi adrenalin vaat eden bir evren için ciddi bir olumsuzluk.
Dinozorlar gerçek yıldızlar

İşin ilginç yanı, filmin en canlı ve ilgi çekici yönünün dinozorlar olması. Görsel efekt ekibinin olağanüstü bir iş çıkardığını kabul etmek gerek. Kara, hava ve deniz dinozorlarının her biri özenle tasarlanmış, devasa yaratıkların hareketleri oldukça gerçekçi. Ancak trajikomik bir biçimde, bu yaratıklar filmdeki insan karakterlerden daha iyi işlenmiş. Bunu birkaç izleyici yorumunda okumuştum ve şu an gerçekten hak veriyorum. İzleyici olarak kendimizi çoğu zaman dinozorların tarafında buluyoruz ve bu hiç şaşırtıcı gelmiyor. Yaşam alanlarında rahatsız edilen, yalnızca içgüdüleriyle hareket eden bu hayvanlar, filmdeki "insan"lardan daha inandırıcı ve anlaşılır.

Dinozorların öne çıktığı sahnelerde yönetmenin ne yapmak istediği az çok anlaşılıyor. Fakat bu sahnelerin çoğu bağımsız bir fragman gibi. Birbirine tam olarak bağlanamayan, kopuk bir anlatım içinde parça parça duruyorlar. Aralarında süreklilik eksik, duygusal bağ ise yok denecek kadar az. Bu nedenle seyir zevki parçalı bir yapıya bürünüyor ve seyircinin hikâyeyle bütünleşmesi daha zor bir hale geliyor.
Ruhsuz bir aksiyon

Görsel açıdan film gerçekten iddialı. CGI yerli yerinde kullanılmış, renk paleti dengeli, adanın ya da denizin atmosferi oldukça etkileyici. Ancak bu gösterişli yapının içinde dolu dolu bir içerik olduğunu söylemek zor. Jurassic Park serisinin ruhu, ilk filmlerinde sadece dinozorları değil, insan doğasını, bilimin sınırlarını ve ahlaki ikilemleri de sorgulayan bir altyapıya sahipti. Rebirth, bu felsefi kökeni devam ettirmeye çalışıp bir türlü başarılı olamayan bir örnek gibi.
Karelerin büyük bir çoğunluğunda yalnızca gişe başarısı gözetilerek çekilmiş bir "yeniden başlatma" havası var. Karakterlerin motivasyonları zayıf, dramatik anlar yüzeysel, anlatı ise parçalı ve kopuk. Bu da filmi bir bütün olarak düşündüğümüzde tatmin edici olmaktan uzaklaştırıyor. Ne bilimkurgu yönüyle yeterince sağlam, ne aksiyonuyla sürükleyici, ne de duygusal yapısıyla akılda kalıcı olabiliyor.
Nostaljik ama yorucu

Jurassic World: Rebirth, eski serinin izlerini takip etmek isteyen izleyiciler için zaman zaman tatlı bir nostalji hissi yaşatabiliyor. Ancak bu his, filmin genel yapısal sorunlarını görmezden gelmek için yeterli değil. Film boyunca "bu kadar gösterişli bir yapım neden bu kadar yüzeysel bırakılmış" sorusu aklımızda dolaşıyor. Dolu dolu bir hikâye yerine kalabalık sahneler, anlamlı karakter yolculukları yerine sadece iyi ışıklandırılmış yüzler izliyorsunuz.

Sonuç olarak, bu kadar büyük bir prodüksiyonun neden daha güçlü bir senaryoyla desteklenmediği de büyük bir soru işareti. Jurassic Park evreni ucu bucağı olmayan ve kesinlikle çok daha fazlasını hak eden bir miras. Rebirth, bu yadigârı yüceltmek yerine yalnızca cilalamayı tercih eden kopuk bir yan hikâye olarak görev yapıyor. Parlak ama derin olmayan, görkemli ama ruhsuz bir deneyim sunuyor. Serinin sıkı takipçileri için yine de bir anlam ifade edebilir. Fakat yeni izleyiciler için yorucu ve çoğu yerde tatmin etmeyen bir yapım olduğunu söylemek gerek.
Yorumlar