Emily in Paris, beşinci sezonuna ulaştığında "artık ne olup olmadığını tam olarak bilen, olgunlaşmış bir yapım olarak karşımıza çıkıyor," demeyi çok isterdim. Dizi bu vaadini gerçekleştirmeye çalışıyor ama karakterlerimiz belirli ölçüde yine saçmalamaya devam ediyor. Ama dizi, kendini yeniden şekillendirme çabasına girmek yerine -ki birkaç bölüm için adını Emily in Rome olarak değiştirmesi tatlı bir istisna- karakter gelişimine, duygusal tatmine ve olayları dinamik tutacak dozda kaosa odaklanmayı seçiyor.

🥐
Yazı, Emily in Paris'e dair spoiler içerecek.

Emily in Paris, hâlâ o bildiğimiz moda şölenini, romantizmi ve abartılı anları cömertçe sunuyor. Emily’nin hatrı sayılır derecede güzelleşen gardrobu da dikkatimi çekmedi değil. Ancak bu sezon, geçmiş sezonların o uçarı havasına kıyasla daha düşünceli, daha melankolik bir tona sahip. Karakterlerinden ve dolayısıyla biz izleyicilerden şu soruyu sormamızı istiyor:

Geçmişi mi romantize ediyoruz, yoksa nihayet ileriye gitmeyi öğrenebilecek miyiz?

Beklenmedik aşklar, anlamlı içsel yolculuklar ve hem çılgın hem de eğlenceli yan olaylar arasında 5. sezon, dizinin şimdiye kadarki en kritik dönüm noktalarından birine zemin hazırlıyor. Sezonun en ferahlatıcı yanlarından biri şüphesiz mekan değişikliği. Roma’dan Venedik’e uzanan bu İtalyan rüyası, izleyiciye Kolezyum’un görkemi ve Venedik kanallarında süzülen teknelerin huzuruyla görsel bir ziyafet sunuyor. Emily’nin Marcello ile motosiklet arkasında Roma’yı turlaması ya da o kaotik otobüs yolculukları, zaten karmaşık olan karakterimizin hayatına yeni bir soluk daha getiriyor. Ancak bu mekan değişikliği ne kadar tazelik katsa da, sezonun sonunda Paris’e dönüş, dizinin kalbinin nerede attığını bize bir kez daha hatırlatıyor. Bazen bir şehri ya da bir insanı ne kadar sevdiğinizi anlamak için onu özlemeniz, ondan uzaklaşmanız gerekir; Emily de, biz de bu sezonun vermek istediği mesajı notlarımıza büyük harflerle ekliyoruz.

İhanetin kıyısındaki aşklar

Sezonun en tartışmalı ve şok edici olaylarından biri de hiç şüphesiz Mindy ve Alfie arasındaki o beklenmedik yakınlaşmaydı. Fragmandan beri hepimizin nefesini tutarak beklediği bu ilişki, ekran karşısında karışık duygular yaşamamıza neden oldu. Mindy’nin Emily ile önceden konuşmayarak kızlar arasındaki o kutsal, yazılı olmayan kuralları çiğnediğini düşünüyor muyum? Kesinlikle. Alfie ve Mindy, aralarındaki hisler filizlenmeye başladığı an dürüst davranmalı mıydı? Evet. Tek bir rahatsız edici konuşma, sonrasında gelen o büyük gerilimi önleyebilirdi. Ayrıca böyle bir ikilinin gereksiz olduğunu da düşünüyor muyun? Kesinlikle evet. Ve bu yeni çift, sadece olay örgüsünü altüst etmekle kalmadı; aynı zamanda Emily’nin sürekli geçmişe bakıp "acaba" demesini de engelledi sayılır diye düşünüyorum.

Diğer yanda bu sezon Gabriel’in ekran süresi belki çok azdı ama etkisi her zamankinden daha fazlaydı. Gizemli karakterimizin gelişimi, sessiz ama derinden ilerliyor. Emily’yi Roma’da Marcello ile gördüğü o an onu geri kazanma şansını kaybettiğini fark etmesiyle birleşince, Gabriel kabuğuna çekilmeyi ve kendine odaklanmayı seçiyor. Yine bu sezon üzerinde durulduğu üzere Gabriel de "olabilecekler" yerine "olması gerekenlere" yöneliyor. Bir restoran sahibi olmanın getirdiği yüklerden sıyrılıp, bir yat sahibinin özel aşçısı olarak dünyayı gezmeye başlaması, onun yemek yapma tutkusunu yeniden keşfetmesini sağlıyor. Geçen sezon Emily ve Camille üçgeninde yaşadığı ağır travmalardan sonra, bu iyileşme sürecine ve uzaklaşmaya gerçekten ihtiyacı vardı.

La Belle Époque

Sezonun felsefi kökenini oluşturan tema da Güzel Çağ olarak çevirebileceğimiz La Belle Époque kavramı. Bu fikir, dokuzuncu bölümde Emily ve Gabriel’in o hüzünlü öğle yemeğinde, Maxim’s’deki temalı partiden hemen önce karşımıza çıktı. Marcello’nun Venedik Moda Haftası etkinliğini iptal etmesiyle bunalan Emily, Gabriel’e Paris’teki o ilk, saf günlerini özlediğini itiraf ettiğinde, Gabriel’den gelen yanıt aslında sezonun özeti gibiydi. Bize geçmişi romantize etme eğiliminde olduğumuzu, oysa o günlerin de kendi içinde zorluklar barındırdığını nazikçe hatırlattı.

Gabriel’in o sahnede söylediği, "Biliyorsun, La Belle Époque demeye ancak o an geçtikten sonra başlarlar. Kimse altın çağını yaşayıp yaşamadığını bilmez. Belki de biz kendi altın çağımızı şu anda yaşıyoruz," repliği, tüm dizide en iyi yazılmış satırlarından biriydi. Bu alıntı, karakterlerin bu sezon yaşadığı büyüme sancılarını ve anı yaşamayı öğrenme süreçlerini mükemmel bir şekilde özetliyor. Gabriel’in bu olgunluğu ve gelişimi yadsınamaz, bu yüzden gelecek sezonda Emily ile yollarının tekrar, ama bu sefer daha sağlam bir şekilde kesişmesini umuyorum. Açıkçası, bu ikili son noktada bir araya gelmezse yapımcıları hayranlardan gelecek büyük bir öfke dalgası bekliyor olacak.

Meşgul eden yan olaylar...

Tüm bu derinlikli karakter gelişimlerine rağmen, 5. sezon ne yazık ki bazı akıl almaz yan hikayelerden de nasibini almış. Özellikle Sylvie’nin eski arkadaşı Yvette’in, sadece bir akşam yemeği partisinde oğluyla ilişki yaşadığının ortaya çıkması için hikayeye dahil edilmesi, senaristlerin tatsız bir şakası gibiydi. Ayrıca bu konuya değinmişken; dizinin bazen ana karakter kontrolünü yitirdiğini düşünüyorum. Sylvie'nin dizinin en karizmatik karakteri olması bir yana, en başından beri Emily'nin daha ön plana çıktığı bir şey izlemek daha doğru olurdu gibi hissettiriyor. Emily in Paris ya hani...

Bu tür anlar, dizinin o bildiğimiz kaotik ve bazen mantık sınırlarını zorlayan yapısını koruduğunu gösteriyor. Emily’nin Jake ile geçirdiği o rastgele gece ve Amerika’daki eski hayatını anımsaması ise, Paris’te kurduğu hayatın değerini anlaması için gerekli, küçük bir "gerçeklik kontrolü" işlevi gördü.

Müzikal doz aşımı

Eğer Emily in Paris’i sadece pembe bir rüya görmek ve gerçeklikten kaçmak için izliyorsanız, bu sezon size biraz yavaş gelmiş olabilir. Emily iş hayatında her zamanki o büyülü başarılarını gösteremiyor ve Marcello ile olan ilişkisi tatlı olsa da, önceki aşkları kadar tutkulu değil. Ama görsel şölen hala yerli yerinde. Mindy’nin dev bir espresso martini bardağında Sabrina Carpenter şarkısı söylemesi gibi... Ancak bir eleştiri yapmam gerekirse, Mindy’nin şarkı söyleme sahnelerine artık bir doygunluk noktasına ulaştığımı hissettim. Keşke bu kısımlar biraz daha tadında bırakılsa artık.

Sonuç olarak Emily’nin Paris’in kendisi için ne ifade ettiğini sonunda kavraması, Gabriel’in açık denizlerde ruhunu onarması ve araya serpiştirilen o kaotik eğlence anlarıyla 5. sezon, yaklaşan fırtına öncesi düşünceli bir duraklama noktası gibi hissettiriyor. Gelir mi bilmiyoruz ama yeni sezonun sürükleyeceği kaçınılmaz kaostan önce karakterlerimiz bir nefes aldı diyelim. Birçok hikaye kasten yarım bırakılmış olsa da kesin olan bir şey var, Emily in Paris bizi şaşırtmaya ve o ışıltılı dünyasına çekmeye ne olursa olsun devam ediyor.

Paylaş