Marvel, Iron Man’in mirasını devralacak genç bir deha yaratmak istediğinde Riri Williams’ı çizgi romanlardan ekrana taşımaya karar verdi. Fakat bu devasa mirası taşıyabilecek duygusal altyapıyı oluşturmak kolay değil. Ironheart, altı bölümlük ilk sezonuyla karşımıza çıktığında izleyiciye sadece zırhlı bir kahraman hikâyesi değil, aynı zamanda kararsızlık, yas, güç ve kimlik arayışına dair çetrefilli bir anlatı sunmayı amaçlıyordu. Son üç bölümle birlikte dizinin temposu bir nebze artsa da, esas mesele hâlâ aynı soruda düğümleniyor: Riri gerçekten bir kahraman mı olmak istiyor, yoksa sadece acılarını bastırmak için zırh mı inşa ediyor?

Armut dibine düşer...
Ironheart’ın son üç bölümü, beklenmedik ve hoş sürprizlerle dolu. Bunların başında da Obadiah Stane’in oğlu Ezekiel’in ilginç bir formda sahneye çıkışı ön planda. Çizgi romanlardan tanıdığımız bu karakter, Iron Man mirasını kendi hastalıklı gücüyle çarpıtarak devam ettiren bir karakterdi, fakat buradaki haliyle de dizinin en güçlü kozlarından biri haline getirilmiş. Iron Man benzeri bir karakterin Iron Man benzeri bir düşmanı olması şahane bir fikir. Fakat derme çatma da olsa Ezekiel’ın üzerinde de çirkin bir zırh görmeyi beklerdim. Babasının oğlu derdik en azından.

Karakterin sonradan büründüğü iyimsi kişilik, Riri’nin içsel çatışmasını daha da görünür kılıyor. Zira zırh giymekle kahraman olmak arasındaki fark, Ezekiel’in tercihleriyle iyice belirginleşiyor. Bu açıdan final üçlemesinde işlenen tematik katmanların başarılı olduğunu düşünüyorum. Yine de bu karakterin potansiyeli tam anlamıyla harcanmasa da törpülenmiş hissi yaratıyor. Keşke bu hikâyede bir bölüm de Ezekiel için feda edilseydi de gerilimi tam anlamıyla yükseltebilseydi.
Şeytan ayrıntıda gizli...

WandaVision’dan beri dört gözle beklediğimiz Mephisto, sonunda Ironheart’la MCU’ya ilk adımını attı. The Hood ile yaptığı anlaşma, çizgi roman köklerine sadık bir şekilde işlenmiş ve bu noktada senaristlere ufak bir teşekkür borçluyuz. Beğenilmemiş bir dizi de olsa genel olarak çizgi roman selamlarının gayet tutarlı olduğunu düşünüyorum ben. Fakat Mephisto’yu çıkara çıkara burada mı ortaya çıkardınız gerçekten?

The Hood’un güçlerini Mephisto’dan alıyor olması, hem karakterin motivasyonunu sağlamlaştırıyor hem de MCU’nun şimdiye kadar örmüş olduğu mistik yapıya katkı sağlıyor. Doctor Strange göndermeleri, Kaecilius ve Kamar Taj’ın ismen de olsa anılması, final sahne ve sonrasındaki post-credits sahnesi, dizinin sihir tarafında da ne kadar iddialı olduğunu kanıtlar nitelikte.

Sacha Baron Cohen’in Mephisto performansına gelirsek… İlk başta "bu adam mı şimdi şeytan?" dedirten bir yabancılık hissi vardı, yalan değil. Çünkü benim için sinematik evrenlerdeki şeytan tasvirleri, Mark Pellegrino, Peter Stormare, Mark Sheppard ya da Tom Ellis gibi isimlerden ibaret...😅

Ama Cohen'in karakterinin ekrandaki sınırlı süresine rağmen, taşıdığı karanlık hava oldukça etkileyici. Oyuncunun tiyatral dili ve ince mimikleri, Mephisto’yu sadece ürkütücü değil, aynı zamanda manipülatif kılıyor. Performansı, karakterin akılda kalıcı olmasını sağlayan detaylarla bezeli; daha uzun vadeli bir Mephisto planı varsa, temelinin burada iyi döşendiğini söylemek gerek.
Riri’nin bitmek bilmeyen arayışı

Gelelim baş karakterimiz Riri Williams'a. Ne yazık ki dizinin en zayıf halkası, yine başrolde karşımıza çıkıyor. Riri, zeki, çalışkan, kendine ait bir ses arayan bir karakter. Fakat karakterin psikolojik katmanları o kadar çok tekrar ediyor ki, altıncı bölüme geldiğimizde hâlâ aynı çatışmayı izliyor olmak izleyici açısından yorucu oluyor. Özellikle Natalie üzerinden yaşadığı gelgitler, ilk başta etkileyici gelse de bir noktadan sonra anlatının içinde debelendiği bir bataklığa dönüşüyor.
Kostüm sahneleri elbette teknik anlamda etkileyici. Özellikle üçüncü zırh tasarımı üzerinde çalıştığı sekansta, ilk üç bölümün aksine karakterin zekâsı ön planda. Fakat bu kadar parlak bir aklın, hâlâ kahraman olma kavramıyla bocalıyor olması anlatı açısından fazla uzatılmış bir çelişki gibi. Bir noktada karar vermesi gerekiyor; çünkü izleyici de karakter gibi ortada kalıyor ve karakterin kararsızlığı dizinin kararsızlığına dönüşüyor.

Doğru ama dağınık strateji
Marvel bu kez bölümleri üçer üçer yayınlamayı tercih etti ve bence son yıllarda verdiği en doğru karar bu olabilir. Çünkü Ironheart, temposu hiç yüksek olmayan bir dizi. Haftalık yayınlanmış olsaydı, her bölümden sonra "Peki, şimdi ne olacak?" değil de "Gerçekten buna mı zaman harcadım?" diyecektik. O yüzden tek seferde üç bölüm izlemek, hem hikâyeye daha iyi dalmamızı sağlıyor hem de ritim eksikliğini bir nebze maskeliyor.
Altı bölümlük bir anlatının aslında dört bölümde çok daha derli toplu anlatılabileceğini düşünüyorum. Özellikle ikinci üçlemede tempo biraz daha yükseliyor ama ilk üç bölüm gereksiz uzatmalara sahne oluyor. Dizi, klasik MCU temposundan uzak, bu başlı başına bir problem değil ama riskli bir tercih. Özellikle genç bir karakterin merkezde olduğu dizide, genç izleyicinin dikkatini bu kadar ağır akan bir yapıyla çekmek zor. Yani strateji doğru ama yapının kendisi hâlâ biraz dağınık.
Değişen bir mentor

Çizgi romanlarda Tony Stark’ın hologramı üzerinden Riri’ye mentorluk ettiğini biliyoruz. Dizi, bu noktada Robert Downey Jr.’ı geri getirmeyi göze alamamış ve onun yerine Natalie’nin hologramını koymuş. Anlamsız mı? Hayır. Natalie üzerinden anlatılan kişisel hikâye güçlü. Fakat çizgi roman fanları için bu değişiklik biraz buruk hissettiriyor. Natalie hologramı, duygusal bir boşluğu dolduruyor ama teknik ya da stratejik bir rehber değil. Tony’nin eksikliği hissediliyor.
Ama bu tercih, Riri’nin kendi ayakları üzerinde durma çabasını destekliyor bir yandan. Zekâsıyla öne çıkan genç bir kadının, başka bir figürün gölgesi olmadan kendi yolunu çizmesini izlemek kıymetli. Ne var ki bu bireyselleşme süreci, duygusal açıdan çok güçlü ama dramatik yapı açısından zaman zaman tekdüze kalmış. Bu da karakterle kurduğumuz bağı inceltiyor işte.
Zırh parlıyor ama yürek hâlâ arayışta

Ironheart, MCU’nun en güçlü dizisi değil ama en zayıfı da değil. Mephisto gibi bir figürü sonunda göstermesi, Ezekiel Stane gibi çizgi roman derinliği olan bir adamı, olabilecek en alakalı yapımda karşımıza çıkarması, önemli birer artı. Üstelik bunları son üç bölümde güzellikle de işliyor. Sihir teması, Doctor Strange evreniyle bağlar kurarken büyülü göndermelerle zenginleşiyor. Fakat merkez karakter olan Riri, hâlâ tam anlamıyla kendi sesini bulabilmiş değil.
Diziye genel olarak baktığımızda ortalamanın biraz altında kalan ama potansiyel taşıyan bir iş izliyoruz. İyi yazılmış anlar, zayıf kurgusal bağlantılarla yarışıyor. Ama tüm olumsuzluklara rağmen Marvel’ın yeni jenerasyon karakterleriyle yeni bir yol aradığını ve yer yer tökezlese de izlemeye değer olduğunu söyleyebilirim. Belki bir sonraki sezon, ki eğer gelirse, Riri gerçekten kim olduğunu bulabilir ve belki o zaman biz de onu alkışlamaya başlayabiliriz.
Yorumlar