Brüj… Gotik mimarisiyle zamandan kopmuş bir tablo gibi, ama içine girdiğinizde sizi kendi sessizliğiyle ezen bir şehir. Martin McDonagh’nın In Bruges’ü de bu tuhaf çelişkiyi merkeze alıyor: güzelliğin içinde boğulmak. İki tetikçinin sürgün edilmiş gibi sığındığı bu şehir yalnızca bir arka plan değil; karakterlerin vicdanıyla hesaplaştığı koca bir aynaya dönüşüyor. İzlerken hem büyüleniyor hem de o taş sokakların altına gizlenmiş suçların ağırlığını hissediyorsunuz.
Soğuk bir cennet

Film, suç sonrası kaçışın değil, vicdanla hesaplaşmanın, baş başa kalmanın hikâyesi. Ray’in istemeden işlediği bir hata, onu ve iş arkadaşı Ken’i Brüj’e getiriyor. Başta "tatil gibi" görünen bu kaçış, kısa sürede ağır bir bekleyişe dönüşüyor. McDonagh, suçluluk duygusunu bir mekân aracılığıyla anlatma konusunda müthiş bir ustalık sergilemiş. Şehrin huzurlu görüntüsü, karakterlerin içindeki fırtınayla öyle bir tezat oluşturuyor ki, izleyici olarak siz de arada kalıyorsunuz: bu şehir bir terapi mi, yoksa ağır bir ceza mı?
Karanlıkta gülümsemek

Belki de filmin en büyük başarısı bu kadar kasvetli bir hikâyenin içine mizahı ölçülü ve ihtiyacımız kadar yerleştirebilmesi. İki kiralık katilin diyalogları, bazen kara mizahın en keskin örneklerine dönüşüyor. Ray’in çıkışları, Ken’in sakinliğiyle çatıştıkça ortaya hem trajikomik hem de fazlasıyla insani sahneler çıkıyor. McDonagh’nın dili acımasız ama sıcak, karakterler alaycı ama sahici. Bu tezatlar filmi izlenmesi zor olmaktan çıkarıp iç karartıcı bir konuyu gülümseyerek sindirmenizi sağlıyor.
Brüj’ün kendisi de bu mizahın bir parçası. Şehrin aşırı "mükemmel" hali, karakterlerin içinde bulundukları durumu daha da absürt hale getiriyor. Ray’in şehir hakkındaki "burası bir cehennem" yaklaşımı, aslında kendi iç dünyasının bir tezahürü gibi. Her güzel karede biraz daha huzursuz hissediyorsunuz, çünkü McDonagh’nın kamerası, güzel olanı bir sığınak olarak değil, bir tuzak olarak gösteriyor.
Her şey kararında

Film boyunca temponun düşük, atmosferin yoğun olması, karakterlerin iç yolculuğuna odaklanmayı sağlıyor. Yüksek sesle konuşmayan fakat çok şey anlatan bir film. Ray’in vicdanı, Ken’in sadakati, aralarındaki üzeri kapalı dostluk… Hepsi, Brüj’ün sokaklarında yankılanan şeyler. Bu sessizlik bir tür kefaret gibi. Ray’in her adımı da bir hatırlatma gibi; insan bazen en çok kendi düşüncelerinden kaçar, kaçmalıdır da.
Bu noktada film izleyiciye çok fazla şey "söylemeden" düşündürüyor. Ne tam olarak dram, ne tam bir kara komedi. Türler arasında gezen, ama asla dengesini kaybetmeyen saf bir hikâye. Belki de bu yüzden In Bruges, "büyük" bir olay anlatmıyor ama izledikten sonra içinizde küçük bir sızı bırakıyor.
Avada Kedavra Ray!

McDonagh’nın yönetmenliği kadar, oyuncu kadrosunun kalitesi de filme ayrı bir tat katıyor. Öyle ki zaten her biri başlı başına yıldız isimler, ayrıca onları ortak paydada buluşturan çok tatlı bir detay da var; Harry Potter. Ana karakterimiz Ray'e hayat veren Colin Farrell, hem pişmanlığı hem alaycılığı aynı anda taşıyan bir karakter, bunda hemfikiriz. Ve kendisi Harry Potter’ın yan hikâyesi olarak hayatımıza giren Fantastik Canavarlar serisinde önemli bir karakteri canlandırmıştı. Brendan Gleeson Deligöz Moody'i, Ralph Fiennes Voldemort'u ve Cleménse Poésy ise orijinal Harry Potter filmlerinde Fleur Delacour'u canlandırmıştı.

Ana fikrimize dönecek olursak, belki de In Bruges’ü özel kılan şey bu karakterlerin "büyük" bir amaca hizmet etmemesi. Hepsi kaybolmuş, hepsi hatalı, hepsi biraz kırık (iki anlamda da…). Bu yüzden film, "ahlak" üzerine değil, "insan” üzerine olmasıyla öne çıkıyor, değer buluyor. Herkesin kendi cehennemiyle yüzleştiği, ama kimsenin onu tam anlamıyla aşamadığı bir hikâye çünkü bu.
Sıradanlığın arkasında

Bir yandan film izleyiciyi çok yormuyor; temposu sakin, diyaloglar samimi, atmosfer dingin. Ama bu dinginliğin altında büyük bir varoluş sancısı var. Brüj’ün o büyülü görüntüsüne bakarken Ray’in yüzündeki huzursuzluktan rahatsızlık duyuyoruz. Çünkü her şey bu kadar güzelken, insan neden mutlu olamaz? Film bu soruyu açık bırakıyor, ama sessizce cevap da veriyor; sadece izlerken duyabiliyorsunuz.
McDonagh’nın yazdığı her replik, bir şekilde bu duyguyu besliyor. Ne kadar gülerseniz gülün, bir an geliyor ve o gülümseme boğazınızda kalıyor. Film, mizahın ardına gizlenmiş dümdüz bir vicdan hikâyesi aslında.
Büyüsü ve laneti

Brüj’ü bir turistik şehir olarak değil, neredeyse canlı bir karakter olarak ele almak gerek. Her köşesi, her gölgesi, Ray’in zihninin bir parçası gibi. Bu kadar güzel bir şehrin içinde, bu şehri sevmemek, bu kadar huzursuz hissetmek, filmin en vurucu paradoksu; ya da belki Ray’in sadece altıncı hissi kuvvetlidir?
In Bruges, izleyiciyi yalnızca izletmiyor; içine alıyor, rahatsız ediyor, düşündürüyor. Film bittiğinde ise bu şehir gözünüze biraz daha farklı görünecek. Belki gerçekten "dünyanın en güzel şehri"dir. Ama bir de Ray’in gözünden bakın bakalım.
Brüj'de sorgulanan bir hayat

Büyük olaylara, devasa hikâyelere ihtiyaç duymadan da derin olabileceğini kanıtlayan bir film, In Bruges. Basit konu ve güçlü atmosfer, müthiş bir oyunculukla birleşince ortaya çıkan şey; hem kara mizahın, hem hüznün, hem de insan olmanın tuhaf karışımı oluyor.
Brüj’ün sessiz sokaklarında dolaşırken, Ray’in yüzünde kendi yorgunluğunuzu görebilirsiniz. Çünkü hepimiz bazen, dünyanın en güzel şehrinde bile, içimizdeki cehennemle baş başa kalıyoruz.
Yorumlar