Die My Love daha ilk sahnelerinden itibaren seyirciyle sessiz bir anlaşma yapıyor: "Seni yormaya geldim." Bu bir hikâye anlatma derdinden çok, bir zihnin içinde dolaşma denemesi. Konforlu anlatı kalıplarını reddediyor; seyircisini hazırlamıyor, yumuşatmıyor, aksine bizi doğrudan Grace’in stabil olmayan iç dünyasına fırlatıyor.

Bu yüzden filme başlarken beklentiyi doğru ayarlamak çok önemli. Burada amaç bir olay örgüsünü takip etmek değil, bir ruh hâline maruz kalmak. İzlerken "şimdi ne olacak?"tan çok "buna daha ne kadar dayanabilirim?" sorusu eşlik ediyor insana.
Grace'i tanımak

Geber Aşkım yani Die My Love, aslında bir roman uyarlaması. Film, söylenenlere göre romanda olduğu kadar karakterlerle iç içe geçemiyor, karakterin iç dünyasına ayna tutmamıza bir türlü izin vermiyor. Ben kitabı okuyanlardan değilim ama bu kadar karmakarışık yaratılmış bir karakterin zihninde bir türlü dolaşamamak gerçekten büyük bir eksiklik. Dolayısıyla asıl Grace’i yalnızca doğum sonrası lohusalık depresyonu yaşayan bir kadın olarak yorumlamak büyük bir hata. Ama filmin bize sunduğu da bundan fazlası değil ne yazık ki...

Film şunu da özellikle ima ediyor: Ortada yeni başlamış bir kırılma değil, yıllardır içte biriken, bastırılan, üstü örtülen bir şeyler var. Annelik sadece bu çatlağı görünür kılıyor. Anladığımız kadarıyla bu karakterin alt katmanında köklenmiş başka büyük sıkıntılar da var.
Çocukluktan taşınan problemler, duygusal adaptasyon zorlukları, kendine ve çevresine yabancılaşma… Grace psikolojik açıdan yardım alması gereken bir karakter ama filmin asıl altını çizdiği nokta şu: O her şeyden önce çok yalnız. Ve bu yalnızlık, yaşadığı her duyguyu katlanarak ağırlaştırıyor.
Birtakım bozukluklar

Grace’in yaşadıklarını borderline kişilik bozukluğu üzerinden okumak da mümkün. Film bu tanıyı asla adını koyarak telaffuz etmiyor ama duygusal dalgalanmalar, yoğun bağlanma ve ardından gelen ani kopuşlar, algısındaki kırılganlık ve sürekli bir boşluk hissi, bu ihtimali fazlasıyla güçlendiriyor. Grace’in problemi yalnızca depresif olması değil; duygularını düzenleyememesi, insanlarla kurduğu ilişkiler içerisinde oradan oraya savrulması ve kimliğini sabit bir yerde tutamaması. Annelik bu tabloya yeni bir katman ekliyor ama tabloyu oluşturan şey değil. Bu yüzden Grace’i “lohusa depresyonu yaşayan bir kadın” olarak etiketlemek, onun yaşadığı zihinsel karmaşayı fazlasıyla sadeleştirmek anlamına geliyor. Film belki bilinçli olarak bunu açık etmiyor ama Grace’in mücadelesi, geçici bir ruh hâlinden çok daha köklü bir kırılmaya işaret ediyor.
Yalnızlık ve hayata tutunmak

Grace hayatını yaşamaya çalışıyor, buna gerçekten niyeti var. Ama hangi bedelleri göze alması gerektiğini bilmiyor. Ne kadarını tolere etmeli, nerede durmalı, ne zaman yardım istemeli… Film bu sorulara net cevaplar veremiyor, çünkü aynı şekilde zihni içinde dolaşmaya çalıştığımız Grace’in de hiçbir fikri yok.
Bu belirsizlik hali, karakteri izlemeyi zorlaştırdığı kadar gerçek de kılıyor. Onu yargılamak kolay, anlamak zor. Tam da bu yüzden Grace her anlamda incelenmesi gereken bir karakter olarak kalıyor akılda.
Her hücrenin rahatsız edilişi

Filmin en tartışmalı taraflarından biri, bilinçli olarak rahatsız edici sahnelere yaslanması. Bu konuda Lawrence'ın karakteri Pattinson'ınkine fırsat dahi tanımıyor. Bazı sahnelerde Grace'i izlerken yerin dibine geçiyorsunuz ve bu hissin tesadüfi olmadığını biliyoruz. Zor bir psikolojik süreçten geçen birinin hayata adapte olmaya çalışmasını izlemek zaten kolay değil, fakat film buna tahammül etmeyi daha da zorlaştırıyor.
Seyirci olarak Grace’in psikolojisinin içine hapsediliyor hissetmek fazlasıyla zorlayıcı. Kaçış yok, nefes alma alanı yok. Bu tercih bir noktada amacına ulaşıyor ama filmin akmamasına da neden oluyor. İzlemek bir deneyime, hatta bazen bir dayanıklılık testine dönüşüyor.
Komedi mi, gerilim mi?

Kategorilendirmesine göre film, komedi ve gerilim. İlla ki hem komedi hem gerilim olmayı deniyor ama iki tarafı da tam anlamıyla taşıyamıyor. Mizah anları güldürmüyor, insanlı rahatlatmıyor, gerilim ise bir noktaya kadar güçlü fakat sağlam yapı kurmak yerine duygusal baskılarla hayat bulmaya çalışıyor. Anlatının dengesi zaman zaman yalpalıyor bu nedenle.
Oysa Die My Love, daha net bir tür tercihi yapsaydı, özellikle saf bir psikolojik gerilim olarak var olabilseydi, bu dağınıklık belki avantaja dönüşebilirdi. Grace'in zihniyle uyumlu bir biçimde fazlasıyla dağınık bir film var karşımızda, dolayısıyla derli toplu olmak zorunda olmayışı aslında büyük bir başarı. Ama tek koldan ilerleyen bir başarı bu projeyi başarılı bir film kategorisine koymaya yetmiyor, çünkü film yön duygusuna fazlasıyla ihtiyaç duyuyor.
Kaçıp giden fırsatlar

Jennifer Lawrence’ın performansını burada kesinlikle anmak gerekiyor. Zaten genç yaşında Oscar kazanan bir isim ve özellikle kariyerinde Mother! ya da Silver Linings Playbook gibi Die My Love'a benzer işlere imza atmış olması oyuncu için bir avantaj. Burada da öyle bir parıldıyor ki genelde her projede rol çalmayı başaran Pattinson’a bile alan bırakmıyor.
Neticesinde Die My Love, sanki bu sıkıntıyla başa çıkmaya çalışan kadınlara ithaf edilmek istenmiş bir proje gibi, ama yolda bir şeyler ters gitmiş de yanlış yollara sapılmış hissi veriyor. Daha melankolik ya da daha cesurca biçimde komik bir film olabilirdi. Ya da şu sıralar psikolojik gerilimlere fazlasıyla ihtiyaç duyduğumuz beyaz perdede ihtiyacımızı karşılayabilirdi. Fakat şu hâliyle izleyiciden çok şey isteyen, karşılığında ise devam etmek için pek az neden sunan zor bir deneyim olarak kalıyor. Yine de Grace’in zihninde geçirdiğimiz o rahatsız edici zaman, kolay kolay silinecek türden değil. Aman lohusa kadınlarımıza ilgi gösterelim. Lütfen.


Yorumlar