Netflix’in Monster serisinin üçüncü halkası, The Ed Gein Story, Ryan Murphy ve Ian Brennan ikilisinin karanlık ruh hallerine bir kez daha dalmamızı sağlıyor. İlk sezonda Dahmer ile başlayan, ikinci sezonda Menendez kardeşlerle devam eden bu sapkınlık portreleri, yavaş yavaş köklerine, "canavar" kelimesinin neredeyse literatüre girişini sağlayan adama dönüyor: Ed Gein.

🎭
Yazı, Monster: The Ed Gein Story dizisine dair spoiler içerecek.

Ed Gein’in hikayesi dizide, korkunun ötesine geçen bir rahatsızlıkla anlatılıyor. İzlemesi zor, çünkü seyirciye yalnızca dehşet sunmuyor; aynı zamanda rahatsız edici bir empati kurduruyor. Dizi, Gein’in neden bir canavar haline geldiğini anlamamızı istiyor; onu mazur görmek için değil, anlamanın bile mide kaldırıcı olabileceğini göstermek için.

Sevgi mi, tutsaklık mı?

Tüm hikâyenin kalbi, aslında Ed’in annesi Augusta Gein ile olan toksik ilişkisi. Dizinin ilk bölümlerinde bu ilişkinin bir tür dini takıntıya, bir tür varoluşsal bağımlılığa dönüştüğünü açıkça görüyoruz. Augusta, oğlunu günahkâr dünyadan koruduğuna inanırken, aslında kendi elleriyle cehennemin kapılarını aralıyor. Her nefesinde "erkekler kötüdür, kadınlar günahkâr" diyen bir annenin gölgesinde büyüyen Ed, sevgiyle kontrolün birbirine karıştığı bir dünyada yaşıyor.

Bu sezonda anne figürü, sadece Ed’in travmasının kaynağı değil; aynı zamanda Amerika’nın ya da diğer büyük coğrafyalardaki bastırılmış ahlaki ikiyüzlülüğünün de simgesi. Monster, bu anne-oğul ilişkisini korku türünün klasik çerçevesinden çıkarıp neredeyse trajik bir Yunan anlatısına dönüştürüyor. Annesinin ölümünden sonra Ed’in aklının daha da bozulmaya başlaması, bir çocuğun "anneliğin yokluğunda" nasıl var olamayacağını da gösteriyor bize.

Kurguyla hakikat arasında

Dizi, tarihsel doğrulukla kurgusal dramatize biçimleri arasında hassas bir dengede. Gerçek Ed Gein’in cinayetleri 1950’lerin sonlarında Wisconsin’de ortaya çıktı; bu konulara ilgi duyan (tıpkı Adeline gibi) bir kesim, onu her ne kadar ismi geçmese de ilk kez Psycho, The Texas Chainsaw Massacre ve The Silence of the Lambs gibi filmlerle tanıdı. İşte burada da, o ilham zincirine ait olan yapımlar bir bir ekrana taşınıyor.

Dizinin ilk bölümlerinde Alfred Hitchcock’un, Psycho filmine ilham veren hikâyeyi araştırırken sahneye girişi, izleyicide hem şaşkınlık hem hayranlık uyandırıyor. Anthony Perkins’in Norman Bates karakteriyle Ed Gein arasında kurulan paralellikler dikkat çekici; ancak hikâyenin bu kısımlarında tempo çoğu zaman düşüyor. Murphy’nin sinematografik takıntısı, bazı sahneleri adeta görsel bir sergiye dönüştürmüş. Oysa Hitchcock’un etkisi, bir parantez olarak kalmalıydı; hikâyeyi gölgeleyecek kadar yer kaplamamalıydı. Perkins’in cinsel tercihleri de öyle. Madem bu biçimde bir hikâye anlatısı tercih edilecek, o zaman da ilerleyen bölümlerde bizi haberdar etmeleri gerekirdi diye düşünüyorum. Yan hikâyelerin işlentisi ne yazık ki başarısız, asıl hikâyenin akıcılığına ket vuruyor.

Korkunun sinemadaki çocukları

Ed Gein’in mirası sinema tarihine yayılmış durumda. Dizinin ilerleyen bölümlerinde Leatherface’in doğuşuna, Buffalo Bill’in yaratılışına ve hatta Ted Bundy gibi isimlerin Gein’den esinlendiğine dair çokça detayla karşılaşıyoruz. Monster: The Ed Gein Story, bu bağlantıları göstererek izleyiciye rahatsız edici bir farkındalık kazandırıyor. Gerçek bir canavarın izleri, onlarca yıl boyunca sinema perdesinde yeniden ve yeniden üretilmiş.

Dizinin "Hepsinden önce Ed Gein vardı" sloganı da bu noktada anlam kazanıyor. Ryan Murphy, Gein’i bir ikon değil, bir köken olarak konumlandırıyor. Dahmer’ın, Bundy’nin ya da Menendez kardeşlerin, hatta Charles Manson’ın bile öncülü olarak Ed Gein; modern suç psikolojisinin temel taşı gibi resmediliyor.

Masumiyet maskesi

Charlie Hunnam’ın Ed Gein yorumuna özel bir paragraf kesinlikle açmak gerek. Hunnam, Ed’i sadece bir katil olarak değil, içindeki "masumiyeti koruyan bir çocuk" olarak canlandırıyor. Onun gözlerinde hem bir çocuk şaşkınlığı hem de bir akıl hastasının karanlığı var. En dikkat çekici yanıysa, izleyiciye asla tam olarak nefret etme imkânı bırakmaması.

Bu performans, seyirciyi sürekli olarak "ya haklıysa" ikilemine sürüklüyor. Çünkü Hunnam’ın Ed’i, yaptığı şeylerin farkında olmayan biri. Deri yüzmek ve organ toplamakla bir arayış içinde olan, haz alan bir zihin bu. Dizi, yalan makinesi sahnesinde bu farkındalığın eksikliğini kusursuz biçimde anlatıyor. Ed, suçlu olduğunu kabul etmiyor çünkü "birilerini öldürdüğünü" düşünmüyor bile. Onun için ölü bedenler bir hammadde, bir malzeme, en temelinde de öldüğünü bir türlü kabul edemediği annesine dönüş aracı.

Kayıp kimlikler...

Dizinin cesur yanlarından biri, Ed Gein’in cinsiyet kimliğiyle olan çatışmasını dürüstçe ele alması. Ed’in "bedenini değiştirmek değil, kendini tanımaya çalışmayı" istemesi, bu hikâyeyi klasik bir "cinsiyet disforisi" anlatısından çok daha derin bir yere taşıyor. Onun arzusu, kadın olmak değil; annesinin etkisiyle birlikte yeni bir kimlik arayışında olmak.

Murphy’nin kamerası, bu sahnelerde ne duygu sömürüsüne başvuruyor ne de aşırı pornografik bir estetik kullanıyor. Aksine, seyirciyi Ed’in zihnine hapsediyor. Böylece izleyici, onun tiksindirici eylemlerine tanıklık ederken aynı zamanda o zihnin bozulma sürecini de hissediyor. Bu yönüyle dizinin, hem psikolojik hem dini bir tartışma metni taşıdığını söylemek yanlış olmaz. Gerçeklerden kimi zaman kopan ve çoğunlukla kurguyla beslenen bu hikâyenin ahlaki yönü ele alış biçimi de takdire şayan. Zaten Ed ile bağ kurabilmemizi sağlayan en büyük etken de bu.

Karanlığın kökleri

Ed Gein’in çocukluğu dizide, karakterin tüm karanlığını anlamanın anahtarı olarak kullanılmış. Alkolik bir baba, nefret dolu bir anne, sevgisiz bir ev… Bu ortam, bir çocuğun hem korkusunu hem de kimliğini şekillendiriyor. Özellikle annesinin "Seni bir anneden başka kimse sevemez" sözü, dizinin tüm ruhunu özetler nitelikte.

Burada dizi, suçun kökenine dair önemli bir cesaret gösteriyor. Ed Gein’in yaptıklarıyla asla haklı çıkarılmıyor, o suçların nereden geldiği gözümüze sokuluyor. Bu da Monster serisini diğer suç dizilerinden ayıran temel fark: Canavarlar doğmaz, belki de yetiştirilir.

Çürüyen kasaba ve Amerika

Dizinin atmosferi, Dahmer’dan bile daha karanlık. Wisconsin’in soğuk, donuk kasaba görüntüleri, neredeyse kasvetle iç içe çekilmiş. Kostüm tasarımları, set detayları ve mekân kullanımı adeta "çürüyen bir Amerika"yı resmediyor. Bu çürüme, Ed’in zihninin yansıması gibi. Seyirci olarak bu atmosferde nefes almak bile çok zor.

Müzik seçimleri ve ışık kullanımı, klasik Murphy estetiğini taşıyor. Her şey biraz fazla gösterişli ama rahatsız edici biçimde de tutarlı.

Son söz

Monster: The Ed Gein Story, bir katil hikâyesi değil; insanlık tarihinin en rahatsız edici aynalarından. İzlemesi zor, sindirmesi daha da zor, ama sinematografik açıdan hayranlık uyandırıcı. Ed Gein’i anlamak, belki de kendi içimizdeki bastırılmış karanlığı görmekle benzeşiyor.

Richard Speck’in ona yazdığı mektuplar, Ted Bundy’nin onu "idol" olarak anması… Bütün bunlar, Ed’in hem yaşayan hem de yaşayanları şekillendiren bir hayalet haline geldiğini gösteriyor. Ve o hayalet, bu dizi sayesinde bir kez daha ete kemiğe bürünüyor.

Paylaş