Ryan Coogler, bir kez daha zamana ve türe hükmediyor. Fruitvale Station ile başlattığı duygusal derinlik arayışını, Creed'deki ritmik anlatımı ve Black Panther'daki kültürel duyarlılığıyla birleştirip 1930’ların alternatif bir versiyonunu yaratıyor. Ortaya çıkan iş yalnızca estetik açıdan büyüleyici değil, aynı zamanda Coogler’ın artık sinema tarihine mal olmuş anlatı gücünü de taçlandırıyor.

Filmin geçtiği dönem, gerçeğe çok yakın ama aynı zamanda tuhaf bir şekilde gerçekdışı. O yılların Amerika’sı, bizden sadece tarihsel olarak değil, ruhsal olarak da farklı bir evrende yaşıyor gibi. Bu atmosferde vampirliği bir metafor olarak kullanmak cesurca ve yaratıcı bir tercih olmuş. Sinners’ın bu kadar çok ses getirmesinin en büyük nedenlerinden biri de; Coogler, klasik vampir kodlarını tersyüz ederken, türün sınırlarını yeniden çizmiş. Buradaki vampirler ne tamamen gotik ne de modern. Gölgeye sığınmış birer tarih kırıntısı gibiler, tanıdık ama aynı zamanda tedirgin edici ölçüde de farklılar.

Michael B. Jordan’ın performansına gelecek olursam… Normalde oyunculuğunu çok da benimseyemem ama burada gerçekten harika bir iş çıkarmış. Yüzündeki yorgunluk, karakterin, hatta karakterlerin taşıdığı geçmişin ağırlığı, Smoke ve Stack’ın gözlerinden ayrı ayrı okunabiliyor. Jordan burada ikiz kardeşlere hayat veriyor ve her sahnede beden dilleri, tek bir repliğe ihtiyaç duymadan hikâyeyi anlatıyor neredeyse. Hailee Steinfeld da keza öyle. Onun karakteri Mary, dönem kadınlarının suskunluğuyla cesaretini harmanlayarak ilginç bir güce dönüşmüş. Aşkının peşinden giden masum bir kadınken bambaşka bir değişim geçiriyor Mary ve Steinfeld, burada kariyerinin performansını sergilemiş diyebilirim.

Ve müzikler… Gerçekten müzikler başlı başına bir karakter gibi. Soundtrack'lerin arkasındaki isim tahmin ettiğim gibi Ludwig Göransson. Black Panther, Oppenheimer, Tenet filmindeki akıl almaz eserlerde de Göransson’un parmakları vardı ve müzik, bu filmde öyle büyük bir rol oynuyor ki… Sadece kendinizin deneyimlemesi gereken bir haz olduğunu düşünüyorum. Bazı sahnelerde sadece müziği dinlemek bile yeterli oluyor insanın içine o soğukluğun işlemesi için.

Filmdeki sanat yönetimi, kostümler ve ışık kullanımı da tıpkı rüya gibi. Sanki eski bir kartpostaldan fırlamış kareler izliyoruz; ama o kartpostal hafif yanmış, köşesi kanlı ve belki üzerinde birkaç tane de mermi izi var. Coogler, görüntü yönetmeniyle birlikte dönemin estetiğini bozmadan, ona kendi gotik dokunuşunu eklemeyi başarmış. Bazı sahneler öylesine zarif görünüyor ki, durdurup tablo gibi öylece bakmak istedim.

Elbette her şey dört dörtlük değil. Film, ilk perdesinde bir miktar tempo kaybedip ikinci perdede büyük bir kargaşa içerisine giriyor ve bazı karakterlerin daha güçlü arka planı olsa fena olmazdı diye düşünüyorum. Ama bu detaylar, bütünün etkileyiciliği karşısında önemli bile değil... Coogler, büyük resmi o kadar etkili çizmiş ki, küçük kusurlar kendiliğinden ortadan kayboluyor.

Sinners, yalnızca Coogler’ın filmografisinde değil, çağdaş sinemanın türler arası geçiş arayışında da özel bir yer ediniyor. Neredeyse tüm klişeleri içerisinde barındırmasına rağmen bu filmle birlikte vampir miti, yeni bir tarihsel katman kazanıyor; korkunun kaynağı kan değil, zaman oluyor. Coogler, izleyicisini hem dönem atmosferine hem de karakterlerin içsel çöküşüne ortak ederken, sinemanın hâlâ ne kadar büyülü, ne kadar dönüştürücü olabileceğini hatırlatıyor.

İzlediğim en iyi vampir yapımı olmayabilir ama kesinlikle bu yılın en iyi filmlerinden. Tür sinemasını sevenler kadar, iyi anlatılmış hikâyelerin peşine düşenler için de fazlasıyla doyurucu. Son zamanlarda sinemanın en iyi emekçileri arasında yerini bu eserle daha da sağlamlaştıran Ryan Coogler, izleyiciye bir kez daha yalnızca bir film değil; hissedilen, sindirilen ve fazlasıyla keyif veren bir deneyim sunuyor.
Yorumlar