1982’nin yaz aylarında tüm gözler Blade Runner’daydı. Ridley Scott, Alien ile kazandığı başarı sayesinde dönemin en parlak yönetmenlerinden biri haline gelmişti; Harrison Ford ise Star Wars ve Indiana Jones serileriyle neredeyse dokunduğu her filmi altına çeviriyordu. Bu ikilinin aynı projede buluşması, doğal olarak büyük bir beklenti yarattı. Fragmanlar, dönemin steril bilim kurgu anlayışından çok uzak, karanlık, yağmurlu, kasvetli bir atmosfer sunuyordu. Ancak film vizyona girdiğinde, o karanlık dünyanın içinde izleyici yolunu bulamadı. Seyircinin beklediği klasik kahraman yolculuğu yerine varoluşsal bir sorgulama, bilinç ve kimlik üzerine incelikle yazılmış bir deneme ile karşılaştı.

Yine de o dönemin Hollywood anlayışında böyle bir film fazla "yavaş", fazla "bulanık" ve fazla "insani"ydi. Gişe sonuçları hayal kırıklığı yarattı, eleştirmenler ikiye bölündü ve Blade Runner, kısa sürede "soğuk bir deney" olarak anılmaya başladı. Ama zamanla anlaşıldı ki bu yanlış anlaşılma, filmin en büyük kurtuluşu olmuştu. Çünkü bazı filmler, hemen anlaşılmak için değil, zamanı geldiğinde keşfedilmek için doğar. Blade Runner işte o filmlerden biriydi.
İnsan mı, makine mi?

Filmimiz, 2019’un Los Angeles’ında geçer. Şirketler gökyüzüne uzanmış, şehirlerin üstünü sürekli bir yağmur ve sis kaplamıştır. Replicant adı verilen, insana birebir benzeyen yapay varlıklar, başka gezegenlerde köle gibi çalıştırılır. Fakat bazıları isyan edip Dünya’ya döner. Onları "emekliye ayırmak" ise özel ajanların, yani Blade Runner'ların görevidir. Ford’un hayat verdiği Rick Deckard bu ajanlardan biridir. Ancak Deckard, görevi ilerledikçe neyin insan, neyin yapay olduğu çizgisini kaybeder ve karşısına çıkan her şeyi sorgulamaya başlar.
Blade Runner’ın merkezinde, insan olmanın ne demek olduğu sorusu vardır. Bellek mi bizi insan yapar, yoksa duygular mı?

Ridley Scott bu hikâyeyi sadece bir bilim kurgu aksiyonu olarak değil, sinemada o döneme dek çok az işlenmiş bir "kimlik alegorisi" olarak kurdu. Philip K. Dick’in Androidler Elektrikli Koyun Düşler Mi? romanından uyarlanan film, orijinal metnin felsefi tonunu korurken, görsel olarak kendi dilini yarattı. Scott’un kamerası, Los Angeles’ı neon ışıklar ve karanlık gölgeler arasında bir kabusa dönüştürürken, Vangelis’in müzikleri bu dünyanın duygusal derinliğini tamamladı. Ortaya çıkan şey, hem distopik hem de insani bir bilim kurgu harmonisiydi.
Başarısızlıktan doğan bir kültür

1982 yılı, sinema tarihinde bir dönüm noktasıydı. E.T. the Extra-Terrestrial, Poltergeist, Star Trek II: The Wrath of Khan ve Conan the Barbarian gibi filmler o yıl gişeleri domine etmişti. Her biri geniş kitlelere hitap eden, umut dolu ya da heyecan yüklü hikâyeler anlatıyordu. Blade Runner ise bunların ortasında, bambaşka bir tondan konuşuyordu: Soğuk, yağmurlu, melankolik ve yavaş. İzleyici o dönemde henüz böyle bir ritme hazır değildi. Scott’ın filminde kahraman yolculuğu belirsizdi, sonu klasik anlamda "tatmin edici” değildi ve seyirciye bir kaçış değil, bir yüzleşme sunuyordu.

Stüdyo da filme tam güvenmedi. Yapımcılar, filmi daha "anlaşılır" hale getirmek için Harrison Ford’un sesinden anlatıcı bir monolog eklediler. Hatta orijinal sonun karamsarlığını azaltmak için zorlama bir "mutlu son" bile çekildi. Ford, yıllar sonra bu anlatıcı sesin ne kadar gereksiz olduğunu açıkça ifade etti. Tüm bu müdahaleler, Blade Runner’ı doğduğu haliyle değil, korkuyla cilalanmış bir versiyon olarak izleyiciye sundu. Ama ironik biçimde, o ilk başarısızlık, film tarihinin en büyük yeniden doğuş hikâyelerinden birinin kapısını açtı.

Bir film başarısız olduğunda, kimse onu artık düzeltmeye çalışmaz. Stüdyo elini eteğini çeker, devam projeleri rafa kaldırılır, kimse onu yeniden şekillendirmeye kalkmaz. İşte Blade Runner da bu özgürlükle nefes almaya başladı. Gişede sönük kalmasının ardından da sinema tutkunlarının elinde yeniden yaşam buldu. Televizyon tekrarlarında, VHS kopyalarında, film kulüplerinde, üniversite gösterimlerinde yavaş yavaş dolaşmaya başladı. İnsanlar bu garip, şiirsel distopyayı çözmeye çalıştıkça film büyüdü, kendi organik kitlesini yarattı.
Bunu bir pazarlama başarısı olarak nitelendirmek çok yanlış olur; çünkü saf merakın ve keşfetme tutkusunun yarattığı bir kültleşme var önümüzde. Blade Runner kimseye kendini dayatmadı. Onu bulmak için bir merak gerekiyordu ve bulanlar, sanki gizli bir sırrı keşfetmiş gibi hissetti. Zamanla bu küçük hayran topluluğu, filmi bir "başarısızlıktan" çıkarıp bir kült, bir ikon haline getirdi.
Zaman içinde kültleşmek

Blade Runner, her izleyişte yeni detaylar fark ettiren bir film. Bir neon tabelanın yansıması, yağmurun camda bıraktığı iz, karakterlerin neredeyse fark edilmeyen bir bakışı… Bu film açıklama yapmaz, ipuçları bırakır. Onu anlamak için de çaba gösterirsin. İşte bu çaba, filmi sadece bir izleme deneyimi olmaktan çıkarıp bir keşif sürecine dönüştürür. Ve bu yüzden her izleyici, kendi Blade Runner’ını yaratır.
Film zamanla "herkese hitap etmeye çalışan" yapımlardan uzaklaşarak, tam tersine, onu anlamak için sabır gösteren küçük bir kitleye seslenmeye başladı. Bu kitle de filmin en güçlü parçası haline geldi. Çünkü Blade Runner’ı anlamak, sadece hikâyeyi değil; insan olmanın tanımını yeniden düşünmek anlamına geliyor. Onun kültleşmesi aslında izleyicinin olgunlaşmasıyla paralel ilerledi. Belki de gerçek hayattaki replikantları fark etmemiz için bir fırsat sundu bize.
1992: Gerçek versiyonun doğuşu

1992’de Blade Runner: Director’s Cut gösterime girdiğinde, kimse bu kadar büyük bir etki beklemiyordu. Anlatıcı sesi yoktu, o zoraki mutlu son çıkarılmıştı. Ortaya çok daha cesur, çok daha kişisel, bambaşka bir film çıkmıştı. Eleştirmenler bile şaşkındı, çünkü yıllar önce soğuk buldukları bu film, şimdi bir sanat eseri gibi görünüyordu. Ridley Scott’ın görsel dili ve Philip K. Dick’in felsefi altyapısı sonunda tam olarak buluşmuştu.
Daha sonra gelen Final Cut versiyonu, yönetmenin elinden çıkmış "gerçek" versiyon olarak kabul edildi. Bu yeniden doğuş, filmin zamana karşı direncini kanıtladı. 1982’de anlamadığı filmi, 1990’larda dünya nihayet anlamaya başlamıştı. Sinemanın da, izleyicinin de olgunlaşması gerekiyordu. Blade Runner için zaman, sonunda doğru akmaya başlamıştı.
Geleceği öngören bir distopya

Bugün Blade Runner’ın o neon şehirlerine baktığımızda, artık yabancı hissetmiyoruz. Gökyüzünü kirleten dev ekranlar, yapay zekâların hayatımıza sızışı, kimliğin bulanıklaştığı bir dünya… Bunları izlemek artık bilim kurgunun bir parçasına bakmak gibi değil, bir haber bülteni izlemek gibi. Çünkü Scott’ın karanlık Los Angeles’ı, 2020’lerin büyük şehirlerine fazlasıyla benziyor.
Filmin zamana yenilmemesinin bir diğer nedeni de duygusal doğruluğu. Çünkü sadece geleceği değil, insanın içsel yalnızlığını da fazlasıyla "doğru" bir biçimde anlatıyor. Bu yüzden her yeni nesil, kendi döneminin korkularını bu filmde buluyor. Ve Blade Runner yaşlanmıyor, biz onun dünyasına yetişiyoruz.
Haklının acelesi yok

Düşünsenize eğer Blade Runner 1982’de gişede patlama yapsaydı, 1984’te belki ikinci filmi gelecekti. Oyuncaklar, tişörtler, sadeleştirilmiş ve sadece aksiyona boğulmuş bir mitoloji… Bir yandan stüdyo istediğine kavuşurken diğer yandan her şeyin anlamı kaybolacaktı. Fakat film başarısız oldu ve kendisi için bir nefes alma, bir yeniden doğma fırsatı yarattı.

Ve 2017’de Blade Runner 2049 geldiğinde, bir "marka" değil, on yıllar boyunca demlenmiş bir efsanenin devamı olarak karşılandı. Yine de 1982 versiyonuna benzer bir kader yaşayarak gişeden istediğini alamayarak geri döndü. Çünkü o da herkesin filmi değildi. 🙃
Zamanı gelen filmler

Bugün Blade Runner, sinema tarihinin en derin bilim kurgularından biri olarak anılıyor. Film okullarında analiz ediliyor, dizilerde referans olarak kullanılıyor, müzisyenlerin ve yazarların ilhamına dönüşüyor. Tüm bunlar, bir "başarısızlık" sayesinde oluyor. Çünkü o ilk gün kimsenin anlamadığı film, kendine zaman tanıdı. Zaman, onun dostu oldu.

"Bütün o anlar, yağmurdaki gözyaşları gibi, zaman içinde kaybolup gidecek."

Yorumlar