Peacemaker’ın ikinci sezonunun altıncı bölümü, dizinin şimdiye kadarki en cesur, en derinlikli ve ciddi anlamda en sarsıcı bölümüydü. Daha önce de paralel evrenlerle birçok kez flört eden dizimiz, bu kez tamamen farklı bir boyuta kapılarını aralıyor.

Hatırlarsanız beşinci bölümde Chris, ardında bir mektup bırakarak diğer boyuta geçmiş, kapıyı da suratımıza çarpmıştı. Arkadaşları onu kurtarmaya çalışsa da karakterimiz zekâsının sınırları yüzünden bunun farkına varamamış ve bu sayfanın sonsuza kadar kapandığını düşünmüştü.

Yeni evrene adım attığımızda karşımıza çıkan manzara da tahmin edilemeyecek kadar çarpıcı. Bir yanda barışçıl bir aile ortamı içinde süper kahraman kimliklerine bürünmüş Keith, August ve Chris; diğer yanda da Chris'in asıl evrendeki ailesi olan dostları. Bizim Chris’in evreninde abisi küçük yaşta ölmüş, babası da bu ölümün suçunu ona yükleyerek öfke ve nefretle dolmuştu. Yeni evren ise bambaşka bir denge üzerine kurulu. Ve biz de meğerse ana karakterimiz ve çevresine odaklanmaktan asıl problemi gözden kaçırmışız.
Emilia’nın ikilemi

Emilia’nın Keith’le kurduğu iletişim, bölümün fitilini ateşleyen tarzda bir hareketti. Onun sayesinde yan evrendeki Argus’a, Emilia’nın buradaki düzenine adım attık. Önceki bölümler hakkında yaptığımız konuşmalarda bahsettiğimiz gibi, buradaki Emilia, bizim alıştığımız Emilia’dan çok daha farklı. Bizimki ne kadar katı, sert ve sistematik bir karakter olarak resmedildiyse buradaki tam tersi naiflik ve sinsilikte.
Ancak asıl şok bölümün sonunda geliyor. Diğer Emilia’nın bizimkini enselediği ve tutuklattığı an, hem Chris’in hem de bizim kafadaki lambalar yanıyor. Seyirci tam karakterler arasında bir denge kurulacak diye düşünürken, hikâye bir kez daha ters dönüyor. Dizi, bu noktada sadece alternatif evrenlerle oynamadığını, aynı zamanda karakterlerin özlerini farklı ihtimallerle yeniden şekillendirdiğini gösteriyor.
Ya Naziler galip gelseydi?

Bölümün en önemli detayı da işte bu son sahnede gözümüze sokulan Amerikan bayrağı. Bayrağın üzerinde, yıldızların olması gereken yerde bir Nazi simgesi olan gamalı haç var ve bu izleyiciye adeta tokat gibi çarpıyor. Bu da alternatif evrenin aslında çok daha köklü bir "tarih değişimi" üzerine kurulu olduğunu gösteriyor. Açıkçası gerçek dünyayla böylesine paralellik içerebilme ihtimali taşıyan bir gerçeklik göreceğimizi tahmin etmemiştim. Fazlasıyla zekice üretilmiş bir senaryo var, tebrik etmeden geçmemek gerek.

Adebayo’nun yaşadıkları, bu alternatif tarihin ne kadar korkunç sonuçlar doğurduğunu gözler önüne seriyor. Çünkü böyle bir evrende siyahi insanlar için yer yok. Bilirsiniz, Hitler’in ırkçı politikaları, farklılıkları tamamen yok etme odaklıydı. Dizi, bu karanlık ihtimali büyük bir cesaretle perdeye taşıyor, bu konuda da büyük bir alkışı hak ediyor. Aşırı rahatsız edici bir sahne olsa da bu cesur hamle, bölümü sadece bir "alternatif evren" hikâyesinden çıkarıp, "ne olabilirdi" sorusunun felsefi bir tartışmasına dönüştürüyor.
Ne olacak bu Vigilante?

Bunca olayın, karanlığın ortasında tek bir karakter, tek başına ışıldıyor; ışıldamaya çalışıyor… Vigilante. Alternatif evrende bile mutlu olmayı başaran, dizinin ilk bölümünden beri saf neşesiyle izleyiciyi hem eğlendiren hem de güldüren bir figür. Kendiyle karşılaşıp da bu denli mutlu olabilen yegâne isimlerden biri olabilir. Bir diğeri de Peter Parker zaten biliyorsunuz. Parker demişken, Adrian'ın Örümcek Adam göndermesi de ne kadar iyiydi öyle...
Ne var ki hâlâ gerçek arkadaşlıklar kuramaması, karakterin trajikomik yanını daha da pekiştiriyor. Seyirci, onu izlerken hem gülüyor hem de içten içe hüzünleniyor. Bu bölümdeki mutluluğu da buruktu, alternatif dünyalarda bile huzuru bulabilecek bir potansiyeli var ama kendine o kadar haksızlık ediyor ki… 😔
Gunn’ın yükselen ivmesi
Dizinin genel akışına baktığımızda altıncı bölüm, tam anlamıyla bir dönüm noktası. James Gunn’ın hem senaryodaki cesareti hem de karakterlere kattığı derinlik, hiç şüphesiz ki bölümü sezonun zirvesine taşıyor. Alternatif evrenler genelde klişe tuzağına düşer ama burada öyle bir durum söz konusu değil. Her detay, her diyalog ve her gönderme mantıklı bir alt yapı üzerinde duruyor. Seyirci de kendini olayların tam ortasında ve onlarla birlikte çıkmazın içinde buluyor.
Luthor ve finale adım adım

Bölümün sürprizlerinden biri de Lex Luthor’du elbette, ama ana akış o kadar güzeldi ki bu cameo pek ilgimi çekmedi doğrusu. Baba Rick Flag ile iş birliği arayışına giren Luthor, gelecekteki büyük çatışmaların habercisi gibi. Yine. Başka bir hapishaneye transfer edilme ümidi Luthor’u memnun ediyor ve bu buluşma aynı zamanda Peacemaker’ın yeni DC evreniyle bağlantıları daha da sağlamlaştırıyor.
Üstelik sezon boyunca küçük küçük işaretleri verilen Superman ihtimali, bu bölümle birlikte daha da güçlendi diyebiliriz. Finalde Superman’in bizzat sahneye çıkışı artık çok olası. Eğer bu da gerçekleşirse, Peacemaker dizisi yalnızca kendi hikâyesini değil, tüm DC evrenini bambaşka bir noktaya taşıyacak.

Unutulmayacak bir bölüm
Peacemaker’ın ikinci sezon altıncı bölümü, her yönüyle kusursuza yakın bir televizyon deneyimi. Alternatif boyutların ustaca işlenişi, aile ilişkilerinin çarpıcı dönüşümleri, tarihin yeniden yazılması ve karakterlerin derinlikli gelişimi; hepsi bir araya gelerek ortaya şahane bir iş çıkarmış.
Bölüm, Peacemaker’ın sadece mizah ve aksiyonla sınırlı bir dizi olmadığını, aynı zamanda büyük felsefi ve politik sorular sorabilen bir yapım olduğunu ispatlıyor. Gunn’ın vizyonu, karakterlerin performansları ve senaryonun katmanlı yapısı sayesinde televizyon tarihine geçecek bir bölüm izledik. Şimdi herkesin aklında tek bir soru var:
Finalde bizi hangi sürprizler bekliyor?

Yorumlar