Usta oyuncu Brad Pitt’in başrolünde yer aldığı F1, gerek yapılan reklamlar, iş birlikleri, gerekse bunca zamandır uyandırdığı merak konusuyla yılın en çok beklenen filmlerinden biriydi. Özellikle Top Gun: Maverick’in yönetmeni Joseph Kosinski’nin imzasını taşıdığı düşünülürse, beklentilerin fazlaca yüksek olması kaçınılmazdı. Ama F1, hızına rağmen bizi duygusal olarak bazı yerlerde geride bırakıyor. Motor sesi duyuyoruz fakat kalbin ritmini hissetme konusunda şüphelerimiz var.
Hız var, peki ruh nerede?

F1, emekli F1 pilotu Sonny Hayes’in pistlere geri dönüş hikâyesini merkezine alan bir film. Ancak bu dönüş, ne dramatik olarak yeterince kuvvetli, ne de karakterin motivasyonu anlamında tutarlı bir şekilde anlatılmış. Brad Pitt’in canlandırdığı Hayes, geçmişinde büyük bir kazayla yarışlara veda etmiş bir figür. Ama bu geçmiş, sadece bir iki diyalogda ve birkaç sekansta üstünkörü geçilmiş, izleyicinin içine işleyebileceği bir derinlik yaratılmamış. Oysa böyle bir karakterin seyirciyle bağ kurması için öncelikle yaşadığı travmanın etkilerini görebilmemiz gerekirdi.
Sonny Hayes kafası karışık, hayatı geldiği gibi yaşayan, arada kalmış, gri bir karakter. Film boyunca yaşadığı içsel dönüşüm, yeterince görünür değil. Bu da onun hikâyesini takip etmeyi biraz zorlaştırıyor. Kosinski burada, Top Gun: Maverick’teki Pete Mitchell örneğini bir adım gerisinden takip etmiş gibi. Pete’in karakter geçmişi, duygusal kısmı, uçarı tarafı, serinin ikinci filmi olmasına rağmen, her yönüyle güçlü işlenmişti. Hayes ise daha çok bir sembol gibi duruyor pistin üzerinde. Etkileyici, bir yerlerden tanıdık, ama asla nereden tanıdığımızı çıkaramadığımız biri.
Kosinski’nin imzası

Yönetmen Joseph Kosinski, yine kendine özgü sinematografik dilini konuşturmuş. Kameranın direksiyon hizasından aldığı sekanslar, yarış atmosferinin içinde olduğumuz hissini güçlü bir şekilde veriyor. Görsellik şahane, kurgu son derece akıcı. Özellikle birinci oyuncu gözünden takip ettiğimiz, Hayes’in mest olduğu yarışta neredeyse nefes tutuluyor. Müzik kullanımı ise yine Kosinski’den beklenecek tarzda. Zimmer imzalı sesler hem ikonik şarkıları kullanıyor hem de kendine has bir tarz oluşturmayı başarıyor film içerisinde.
Ama işte mesele sadece görüntüde değil. Kosinski’nin Top Gun: Maverick ile başlattığı "yeniden doğmuş kahraman" temasını burada da işlemesi, onu artık kişisel bir anlatı biçimine, bir kalıba dönüştürdüğünü gösteriyor. Ne var ki bu filmde de o yeniden doğuş duygusu eksik. Pete Mitchell’ın her saniyesinde o geçmişi hissederken, Hayes karakteri geçmişinin üstüne beton dökülmüş biri gibi duruyor. Görsel şölen tamam, ama ruhsal katman zayıf kalmış.
60’lık bir delikanlı

Brad Pitt, 61 yaşında olmasına rağmen hâlâ ışıl ışıl. Karakteri ne kadar durağan ve içe kapalı olursa olsun oyunculuk performansı çok şey taşıyor. Hatta açıkçası karakterin seyredilebilir olmasını sağlayan tek şey Pitt’in varlığı. Özellikle bazı aksiyon sahnelerinde dublörsüz oynamış olması, filme olan bağlılığını ve çalışkanlığını gösteriyor. Pitt, tüm ağırlığı tek başına omuzlamış ve ne kadar keyif aldığını kenarları çizgi çizgi olmuş gözlerinden okuyabiliyorsunuz.
Ancak burada usta oyuncunun ışığının da bazen filme zarar verdiğini düşünüyorum. Çünkü karakterin ‘gerçek’ bir adam olması gerekirken, Pitt’in doğuştan gelen karizması karakterin inandırıcılığını törpülemiş. Sanki gerçekten yıpranmış bir adam değil de, pistte bir reklam filmi çekiyormuş gibi bir aura var üzerinde. Bu da izleyicinin empati kurmasını zorlaştırıyor.
F1 doğru mu anlatılıyor?

Filmin F1 dünyasını ne kadar doğru yansıttığı ise tartışmalı. Konuya hâkim izleyiciler, birçok yarış teriminin yanlış ya da yüzeysel kullanıldığını söylüyor. Benim gibi F1 hakkında fikri olmayan biri için bunların hiçbiri fark edilmedi bile. Ancak gerçekçilikle övünen bir filmde, bu detayların hatalı olması, özellikle türün tutkunları için rahatsız edici olabilir. Kosinski’nin bu tür detaylara biraz daha özenmesi beklenirdi diye düşünüyorum.
Ama bilgi eksikliği yaşayan izleyiciler için bile film bir "giriş kapısı" olma potansiyeli taşıyor. Yarış sahneleri, stratejik konuşmalar, arka ekip derken insanın biraz olsun merak etmemesi imkânsız hale geliyor. Bu, bir film için azımsanacak bir başarı değil. Çünkü ilgisiz birini bile birkaç dakika boyunca ekran başında tutmak değil, onu bir dünya içine çekmek asıl mesele.
Hız peşinde koşarken seyirciyi unutmak

F1 kesinlikle sürükleyici. Uzun süresine rağmen bir kere bile saate bakmadım. Ancak bu akıcılığın arkasında da ne yazık ki senaryonun kolaycı tercihlerle ilerlemesi ve karakter gelişimlerinin yüzeysel kalması yatıyor. Eğer bizi daha katmanlı yazılmış bir senaryo karşılasaydı, Sonny Hayes’in hikâyesi sadece heyecanlandırmaz, duygusal olarak da etkilemiş olurdu. Oysa burada izleyiciye sadece "Bakın, yaşlı bir adam hâlâ yarışabiliyor ve hâlâ çok karizmatik" hissi veriliyor. Bunun altı ise neredeyse hiç doldurulmamış.
Filmin en büyük zaafı da burada gizli. Anlatmak istediği şeyi sadece görüntüyle anlatmaya çalışmış ama hikâyede ruh eksik. Bir karakterin tekrar ayağa kalkma hikâyesi, sadece piste dönmesiyle değil, o piste neden döndüğünü bizlere hissettirmesiyle anlam kazanır. Kosinski bu hissi vermekte gecikiyor, hatta çoğu sahnede zahmet bile etmiyor.
Göze hitap eden, yüreğe uğramayan bir film
Tüm bu eleştirilere rağmen, F1 filmi izlenmeye değer. Özellikle büyük perdede görsel olarak kendini izlettiren, tempolu ve peşinden sürükleyen bir yapım. Sadece daha fazlası olabilecekken olamamış olması üzücü. Kosinski gibi bir yönetmenin elinden çıkınca insan ister istemez her yönüyle Top Gun: Maverick ayarında bir eser bekliyor. Oysa burada karşımıza çıkan şey daha çok estetik bir reklam filmi gibi.

Nihayetinde Brad Pitt’in yıldız gücüyle, Kosinski’nin kamera hakimiyetiyle parlayan ama karakter derinliği ve dramatik yapı açısından zayıf kalan bir iş var elimizde. F1’i sevenler için ayrı, sadece iyi bir film izlemek isteyenler için ayrı bir izleme deneyimi sunabilir. Pete Mitchell gibi bir karakterle duygusal bağ kurmuş bir izleyiciyseniz, Sonny Hayes’in pistteki hızına rağmen kalbinize ulaşmakta zorlandığını fark edeceksiniz. Ama her şeye rağmen bu ikiliyi belki başka bir Kosinski filminde bir arada görebiliriz, ikisinin de gönlü var gibi. Ne dersiniz?


Yorumlar