İkinci sezonun dördüncü bölümü, dizinin bugüne kadarki en içe dönük, en ağır adımıydı. Abby’den tek bir kare bile görmediğimiz bu bölümde odak tamamen Ellie ve Dina’nın Seattle’daki hayatta kalma mücadelesindeydi. Oyunu oynayanların ilk gün sekanslarını hatırlayacağı biçimde, bataklık gibi bir şehirde, hem dış düşmanlarla hem de iç hesaplaşmalarla dolu bir yolculuktayız. Ancak bu bölüm sadece enfekte ya da WLF tehdidi değil, aynı zamanda duygusal yoğunluğun bol olduğu bir hikâyeye de ev sahipliği yapıyor.

The Last of Us, karakterlerini daha derine, onların ilişkilerini ise daha çetin sınavlara sürüklüyor. "Birinci Gün"; Joel’un yokluğunun hâlâ her karede hissedildiği bu hikâyede, Ellie'nin artık sadece intikamla değil, geçmişiyle de savaşmak zorunda kaldığını gösteriyor bizlere.
Lider Isaac

Bölümün açılış sahnesiyle birlikte yeni bir karakter tanıtılıyor; Isaac. Bilenler bilir, bilmeyenlerin de tahmin etmesi pek zor olmayacaktır ki bu karakter WLF tarafına yakın olacak şekilde, daha sistematik ve organize bir tehdit demek. Katı kurallarının, askeri yapılanmasının ve güçlü duruşunun, sadece düşmanlarını değil, kendi askerlerini de nasıl biçimlendirdiğini gözlemliyoruz. Oyunlardaki Isaac figürünü bilenler için bu tanıtım, "fırtına yaklaşıyor" hissiyatı veriyor ve dizinin bu yavaş ama sabırlı inşası, Ellie’nin içine düştüğü çatışmayı da daha harlı bir hale getiriyor diyebiliriz.

Seattle
Seattle’daki harap olmuş sokaklarda Ellie ve Dina’nın adımları, izleyiciye sürekli olarak "az sonra bir şey olacak" hissi veriyor. Yıkık duvarlar, sarmaşıklarla kaplanmış olan şehir tabelası, terk edilmiş dükkanlar... Her köşe başı potansiyel bir tuzak gibi. Hikâyeye aşina olanlar için tüm bu atmosfer son derece tanıdık, ama dizinin başarısı, bu tanıdıklığı tekrar eden değil, genişleten bir forma sokması. Çünkü çatışmalar, mekânlar kadar karakterlerin iç dünyasında da yaşanıyor.
Yüzleşmeler

Bölümün duygusal zirvesi kuşkusuz Ellie’nin Dina’ya bağışıklığını açıklamak zorunda kaldığı sahne. Oyunda bu konuşmanın ağırlığını hissetmiştik, ama dizide Bella Ramsey’nin performansıyla bu an daha kırılgan, daha insani hale gelmiş. Ellie’nin bir anda yara izini göstermesi ve Dina’nın gözlerindeki korkuyla karışık şaşkınlık... Bu, bir ilişkinin sadece geçmişle değil, gelecekle de yüzleştiği andı diyebiliriz.
Dina’nın hamile olduğunu açıklamasıyla Ellie’nin bağışıklığı arasındaki paralel iki yük, bölümün dramatik temelini oluştururken bizlerin sırtına da birer yük bindiriyor. Bir yanda yaşamı taşıyan bir kadın, diğer yanda ölüme meydan okuyan bir başka kadın. İkisi de bedenleriyle, sırlarıyla ve sessizlikleriyle sınanıyor. Aralarındaki yakınlaşma, dışarıdan bakıldığında birikmiş hislerin patlama anı gibi görünse de, altında çok daha derin bir kopuşun ayak seslerini barındırıyor.

Fakat bölümün açık ara en iyi anı, Ellie'nin tüyler ürpertici güzellikle çalıp söylediği Take on Me performansıydı. Joel burada olsa "Fena değil evlât," diyerek başını okşardı eminim...
Düşmanın ininde...

Seattle grubuyla yaşanan sıcak temas ise bölümün suskun temposunu çok iyi dengelemiş. Zaten sezonun başından beri Ellie’nin büründüğü acımasız kişilik, onun çocukluktan çoktan çıkıp başka bir şeye dönüştüğünü gösteriyordu. Ancak bu çatışmadan sonra Ellie’nin yaşadığı içsel çöküş, özellikle oyunculuğun gücüyle sahneye taşınmış. Karakterimiz artık sadece düşmanlarını değil, kendini de sorguluyor. Kaçarken sadece kurşunlardan değil, kendi geçmişinden de kaçıyor.
Dina’nın Ellie’ye yaklaşımı, bölüm boyunca güvenli bir liman gibi görünse de, bu liman fırtınaya çok açık. Ellie’nin içine kapanması, açıkça duygularını ifade edememesi, zamanla aralarındaki bağda çatlaklar oluşacağının da habercisi bana kalırsa. Dizinin de bu süreci sabırla, incelikle kuruyor olmasını izlemek de ayrıca zevkli.
Sonraki günler

Isaac’ın askeri düzeni, Ellie ile Dina’nın ilişkisi, Seattle’daki çatışmalar… Bu bölüm bir geçiş değil, tam anlamıyla bir eşikti. Artık hiçbir sır, hiçbir bağışıklık ya da hiçbir temas onları dış dünyanın acımasızlığından koruyamayacak. Ve Ellie’nin bu bağışıklığı, bir lütuf olmaktan çok, taşıması gereken bir lanet gibi duruyor. Her bir kurtuluş da bir parçanın daha kaybı gibi sanki.
"Birinci Gün" yalnızca bir yolculuğun başlangıcını değil, bir ilişkinin dönüm noktasını anlatıyor. Bazı sırlar vardır, onları açığa çıkardığınızda sadece kendinizi değil, sevdiğiniz kişiyi de değiştirirsiniz. Ellie ve Dina’nın kaçtıkları şey, sadece düşman değil; aynı zamanda gelecek korkusu, geçmiş travması ve birbirlerinin bilmediği yanları. Ve bu yolun sonunda, belki de sadece biri geri dönebilecek.
Yorumlar